23 Nisan 2014 Çarşamba

PEYGAMBERLER ŞEHRİ, TADI DAMAĞIMDA KALAN ŞEHİR DİYARBAKIR

Hindistan gezisinde tanıştığım arkadaşım İsmail sürekli beni Diyarbakır’a davet ediyordu . Geçen Eylül ayında düğününede işlerin yoğunluğu sebebiyle gidememiştim. Aklımın bir köşesinde sürekli gidip onları ziyaret etmek vardı. Bahar Diyarbakır’ı ziyaret etmek için en iyi mevsimmiş, işlerden fırsat bulunca 23 Nisan tatilinide fırsat bilip 3 gün izin alıp 6 günlük bir tatil planı yapıverdim. Bir taşla iki kuş:).
Daha önce 2008 yılında 7 günlük bir GAP turu yapmış fakat Diyarbakır’da yarım gün kadar zaman geçirmiştim aslında Diyarbakır’a ceeee deyip geçmiştim. Ertesi yıl Canan Tan’ın Piraye adlı romanını okurken Diyarbakır hakkında anlatılan efsaneleri okuyunca oraları daha detaylı gezme isteğimde çoğalmıştı. Kısmet bugüneymiş.

18.04.2014 sabah THY’ye ait 07.15 uçağı ile başlıyor yolculuğum 2 saatlik bir yolculuk sonrası saat 09.00’da varıyorum Diyarbakır havaalanına, uçaktan inip bagajımı alıyorum. Havaalanı çok küçük bir havaalanı. Canım arkadaşım İsmail kapıda karşılıyor beni işyerinden izin almış, kızkardeşini beni gün boyu gezdirmesi için organize etmiş. Önce hasret gideriyoruz, daha sonra havaalanından çıkıp 5 dk kadar minibüslerin geçtiği ana caddeye yürüyoruz ve evlerinin bulunduğu ofis semtine gelmek için Minibüse biniyoruz. Minibüs ücreti 1,5 TL. Havaalanından taksiye binmek çok mantıklı değil heryere minibüs var ve havaalanı şehrin merkezinde onun için minibüsü tercih ediyoruz. Ofis semti modern şehrin olduğu en hareketli bölge.

İsmail ve eşi bugün çalıştığı için beni kardeşi Zelal’e emanet ediyor bugün şehri beraber gezeceğiz.

Diyarbakır’a tarih boyunca Hurri-Mitanniler, Urartular, Persler, Romalılar, Selevkoslar, Partlar, Büyük Tigranlar, Araplar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Mervaniler, İnaloğulları, Nisanoğulları, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, izler bırakmış.
Diyarbakır yöresinin en eski adı Assur kaynaklarında Amidi olarak geçiyor. Yunanca ve Latince kaynaklarda ise, Amido ya da Amida. Arap akınları sırasında bölgeye yerleşen Bekr adındaki bir aşiret nedeniyle yörenin adı Bekr diyarı anlamında Diyar-ı Bekr olarak söylenmiş. Günümüzdeki ismini, Atatürk’ün 1937’de halka yaptığı konuşma esnasında, şehrin adından Diyarbakır olarak bahsetmesiyle 10 Aralık 1937 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile almış.

Diyarbakır şehrinin ismi ile ilgili birde efsane var dilden dile dolaşan ; Hz.Yunus, Musul’a yerleşip o ülkenin halkını dine davet etmiş. Fakat kendisine hiç inanan olmamış. O da Musul’un halkına beddua edip oradan ayrılmış ve gelip Diyarbakır’a yerleşmiş. Diyarbakır halkı, ona inanmış Hz. Yunus da onlara; “İliniz mamur halkınız her zaman sevinçli olup bütün çoluk çocuğunuz asil ve olgun olalar.” diye hayır dua ederek Nefs kayası denilen yerde bir mağaraya yerleşip orada yedi yıl oturmuş. O sırada Diyarbakır’da Amalak kızlarından olan, güzel bir kız hükümdarmış. Hz.Yunus’un önerisiyle Diyarbakır kalesini siyah granit taşlardan yaptırmış. Acem tarihçileri, bu nedenle buraya Diyar-ı Bikr (Bikr Diyarı) Kız şehri demişler.

Saat 10.30 da evden çıkıyoruz ve caddeden Dağkapı minibüslerine biniyoruz 1.5 TL. Diyarbakır’da minibüsler İstanbul’dakilere benzemiyor İstanbul’da adım başı inen binen olur minibüs sürekli dur kalk yapar ama Diyarbakırda belirlenmiş duraklar var minibüsler sadece bu duraklarda indiriyor ve yolcu alıyor. Bindiğimiz minibüs bizim ineceğimiz durağı unutunca güzergahını es geçip yolcu yok diye şehrin başka bir modern semti olan Dicle Kent semtine gidiyor doğal olarakta bizim yolumuz uzuyor ve 10 dakikalık yolculuğumuz 1 saat kadar sürüyor. Yürüyerek gitsek 15-20 dakikada Dağkapıda olacaktık. Herşeyde vardır bir hayır diyorum bu versileyle yeni şehride gezmiş oluyorum. Saat 11:30 gibi nihayet Dağkapı’ya varıyoruz.

Diyarbakır merkezindeki yerleşim beş bin yıl önce İçkale olarak bilinen bölgede başlamış. Diyarbakır kalesi haritada bakıldığında “kalkan balığı” nı andırıyor. Kale, yontma bazalt taştan yapılmış. Kalenin bulunduğu yerdeki ilk yapının: MÖ.3000 yıllarında, Hurriler tarafından yapıldığı düşünülüyor günümüze ulaşan surlar ise, Roma döneminde, İmparator II. Konstantinus zamanında, MS. 349 yılları civarında yapılmış, 365-367 yılları arasında ise, kalenin surlarının batı bölümü yıkılmış ve buraya: Urfa ve Mardin kapılarına kadar uzanan bölüm, yeniden ilave edilmiş.

Diyarbakır kalesiyle ilgili birde efsane var ; Diyarbakır kalesi ile Harput kalesi, iki kardeş tarafından aynı anda yapılmış. Diyarbakır kalesinin harcı, yumurta akıyla; Harput kalesininki ise sütle karılmış. Sürülerle sağılan koyunların sütleri, dereler halinde akıtılarak kalenin yapıldığı yere getirilmiş. O zaman yumurtanın da bini bir paraymış. Bu iki kardeş, yaptıkları kaleleri bitirdikten sonra ölümsüzlük suyundan içip uzun bir uykuya dalmışlar. Arada bir uyanıp; “Diyarbakır surları yıkıldı mı, Harput kalesi duruyor mu?” diye kalelerin yerinde durup durmadığına bakar, sonra yine uyurlarmış.

Kale: iç ve dış kale olmak üzere 2 kısma ayrılıyor. Dünyada, Çin seddinden sonra, dünyanın en uzun, en sağlam ve en geniş surları olarak kabul edilen surların uzunluğu yaklaşık 5500 metre , yüksekliği 7-8 metre, kalınlıkları ise 3-5 metre arasında değişiyormuş. 5600 yıl boyunca, her türlü saldırı ve istilaya karşı şehri korumuş. Hatta surların önceden 2 sıra halde olduğu ve iki sıra arasında hendek bulunduğu biliniyor fakat günümüzdeki surları yenilenmesi için diğer sıradaki taşlar kullanılmış ve zamanla diğer sıra surlar yok olmuş.

Dış kalenin, surlar üzerinde bulunan ve her yöne açılan 4 adet kapısı mevcut. Kuzeyde Dağkapı (Harput kapısı), batıda Urfakapı (Rum kapısı), güneyde Mardinkapı (Telli kapısı) ve doğuda Yeni kapı (Su kapısı-Dicle kapısı)

İç kalenin kapıları: Fetih kapısı, Saray kapısı, Küpeli kapısı, Oğrun kapısıdır. Fetihkapı ve Oğrunkapı: dışarıya, Saraykapı ve Küpelikapı ise, içeriye açılıyormuş. Fetih ve Oğrun kapılar, günümüzde kullanılmıyor.

Diyarbakır’da tarihi gezilecek tüm yerler sur içi denilen eski şehrin olduğu bölgede. Dağkapı’dan başlayıp Mardin kapı’da biten Gazi caddesi üzerinde tarihi eserlerin çoğunu görebilirsiniz. Biz şehri gezmeye Dağkapı’dan başlıyoruz. Dağkapı, şehrin, Harput yani günümüz Elazığ şehri istikametine açılan kapısı, 1932 yılında zamanın valisi tarafından-şehrin hava akışını engellediği gerekçesiyle Dağ kapısı burcu ile Tek Beden burcu arasındaki, 2 burç ve 200 metrelik sur alanı yıktırılmış bu yıkımı gören Fransız araştırmacı arkeolog Albert Gabriel durumu merkeze bildirmiş ve yıkım durdurulmuş. Onun için bugün Dağkapı denilen bölge bir meydan görünümünde surlar yok.

İlk olarak Dağkapı’da bulunan Turizm informationa uğruyorum şehrinizi gezmeye geldim bana harita ve gezi rehberi verirmisiniz diyorum ; görevli sağolsun hem doküman veriyor hemde kendi bilgisini paylaşıyor. İlk olarak iç kale ile başlıyorum rotama. İçkale’ye Saray kapısından giriş yapıyoruz.


Birde efsane mevcut ; Efsaneye göre her kentin bir şeytanı varmış. Diyarbakır şeytanı da bozguncuymuş, Halkın eşraftan iki kişi çevresinde toplanıp, birbirlerine düşman olmalarına neden olurmuş. Halk çaresiz kalmış. Onlara acıyan bir evliya şeytanı yakalamış ve bir demir parçasına dönüştürerek İç Kale Kapısı'nın sol üst yanına zincirlemiş. Böylece kent şeytandan kurtulmuş ve Diyarbakır şeytansız tek kent olmuş. Şeytanın simgesi sayılan bu zincirli demir parçası, İç Kale Kapısı'nın sol üst yanındaki duvara asılıymış ve yakın zamana dek herkes, bu demir parçasına tükürüp "Şeytana lanet olsun" diyerek kente girermiş.

Yol üstünde ilginç bir bitki çekiyor dikkatimi soruyorum nedir diye Kenger diyorlar ilginç dikenli bir bitki. Bu bitki aslında dağda bayırda sürekli gördüğüm bir bitkiymiş ama o gördüğüm bitkinin bu olduğu ve bu kadar faydası olduğu hiç aklıma gelmezdi. Bu bitkinin internette gördüğüm kadarıyla faydaları; antoksidan,iyi bir kan temizleyici,damar tıkanıklığını önlüyor,sinirleri güçlendiriyor,cilt ve prostat kanserine karşı koruyucu,karaciğer rahatsızlıklarına iyi geliyor, şeker ve tansiyonu düşürüyor, dişleri temizliyor diş etlerini güçlendiriyor, Bu bitkinin sakızı ve kahvesi yapılıyormuş ayrıca yemek olarakta tüketiliyor.


Saray kapıdan girip ilerlediğinizde ilk olarak Hz Süleyman camii karşılıyor bizi etrafında şekerciler, bisküvi satanlar var ve hemen caminin önündeki merdivenlerde oturmuş Kuran okuyan insanlar.



Şaşırıyorum burada 27 sahabeye ait Türbe bulunduğundan insanlar sürekli burada şeker ve bisküvilere Kuran okuyup dağıtıyorlarmış, Zelal bana bunları anlatırken biri yanaşıyor yanımıza abla ücretsizdir bisküvi alırmısın diyor, bende kırmayıp alıyorum Allah duanızı kabul etsin inşallah. Caminin içi kalabalık Cuma olduğu için diye düşünüyorum Zelal bu hiçbirşey değil Perşembe günleri burada iğne atsan yere düşmez diyor.



Saat tam Cuma saati içeride namaz var bizde namaz bitene kadar İçkaleyi gezelim diyoruz ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz , güvenlik görevlisi gelenlere tadilat olduğunu ve içeri girilemeyeceğini söylüyor bende pür dikkat onları dinlerken bastığım yerin kenarindaki çukuru görmeyip kapaklanıyorum yere sanırım ayağımı burktum :(  Güvenlik görevlisi içeri alıp köşedeki sandaliyeye oturtuyor dinlenin biraz diyor, dışardan geldiğimizi söyleyince bekleyin kalabalık gitsin gezdiririm sizi diyor ve gidiyor her işte vardır bir hayır diyorum bileği incittik ama en azından içeriyi gezebileceğiz (gerçi turizm information’daki görevli benim gönderdiğimi söyleyin sizi içeri alırlar demişti ama gerek kalmadı ). Sandaliyede dinlenip güvenlik görevlisini beklerken biri yanımıza gelip Diyarbakır şivesiyle sen kimsin diyor bende meraklı tavrını kırmak için kaale almadığımı bildirircesine kilimci diyorum ve başlıyor muhabbet :) Mahir’le tanışıyoruz. Meğer içeride restorasyonda çalışanlardan biriymiş. Anlatıyoruz olanları, güvenlik ne bilir burayı diyor siz kilisenin eskiden güneş tapınağı olduğunu bu köprünün Urartulardan kaldığını biliyormusunuz diyor J bende hadi sen gezdir o zaman bizi diyorum , başlıyoruz içkaleyi gezmeye.

İç kale bölümünün bulunduğu bölge Fis kayası bölgesi, 2005 yılından beri tadilatta daha önce Askeriye’nin kullandığı bir yer bütün binalar bomboş içeride tadilat var ve binaların içinde görülecek bir şey yok. 1 sene sonra tamamlanıp ziyarete açılması hedefleniyormuş.

İçkale önce Artuklu Kemeriyle karşılıyor sizi. Kemer 10 metre genişliğinde üzerindeki kitabeye göre, 1206-1207 yılları arasında yapılmış

Kemerin iki yanında: aslan ve boğa mücadelesini gösteren bir kabartma var , bu kabartma Ulu caminin doğu girişindede mevcut. Bu kabartma gücün sembolü olarak yapılıyormuş altta kalan boğa yenik düşmanı simgeliyormuş. Anadolu mitolojisinde genellikle yiğitliği ve koruyuculuğu simgeleyen aslanlar şehirlerin, konakların ve tapınakların giriş kapılarında yer alıyor.



Artuklu kemerinden içeri girince sağdan başlıyoruz gezmeye sağdaki ilk bina Atatürk Müzesi, hemen yanında Adliye A Binası,Kolordu binası, Saint George Kilisesi var.


















Saint George Kilisesinin ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmiyor fakat, 2’nci yüzyılda, Nasturi Hıristiyanları tarafından kullanıldığı biliniyor. Kesme siyah bazalt taştan yapıldığı için halk arasında: “Kara Papaz Kilisesi” olarak da biliniyor.







Yıkık dökük taşlardan hoplaya zıplaya Artuklu saray kalıntılarını geziyoruz. Mahir bize bir havuz gösteriyor bunların çok değerli olduğunu zaman zaman buradan bu eserleri kaçırmaya çalışanların hatta rüşvet vermek isteyenlerin çıktığını anlatıyor. Birde birkaç yıl önce burada toplu bir mezar bulduklarını ve haberlere konu olduğunu anlatıyor.



Saint George kilisesinin karşısındaki yamaca tırnanıp hevsel bahçelerini , Fiskaya ve içkale bölgesini tepeden izliyoruz 





Aşağı inip kilisenin karşısında bulunan Eski cezaevini geziyoruz ve Amida Höyük üstüne tırmanıyoruz.





Mahir Höyüğün içinede girilebildiğini söyleyince merak ediyoruz ve höyüğün içine bayağı engebeli duvarlar aşarak ulaşıyoruz :)
















İçeride görülecek bir şey yok çünkü burası askeriye zamanında kapatılmış içeride daracık oyuklar var Mahir buradan hazineler çıkarıldığını fakat henüz hükümdarın hazinesinin bulunamadığına inanıldığını ve insanların buralarda hazine aramaya geldiklerini söylüyor bundan dolayı askeriye geçişi kapatmış. Biz karanlıkta sadece Hz. Süleyman camisinin çeşmelerinden akan suyun biriktiği bölümü görebiliyoruz. Dışarı çıkıp birkaç fotoğraf çektikten sonra Mahir’e teşekkür edip Hz. Süleyman Cami’ne gidiyoruz.






















Caminin birkaç ismi var (Kale Camisi-HZ. Süleyman-Nasıriye Camisi) ama en bilineni Hz.Süleyman Camii. Cami, üzerinde bulunan kitabeye göre: 1156-1169 yılları arasında, Ebül Kasım isimli bir şahıs tarafından yaptırılmış. Bir rivayete göre ; Ebul Kasım’ın rüyasına giren Hz. Süleyman “Üzerimiz ne zamana kadar açık kalacak?” diye sormuş ve bunun üzerine cami yaptırılmış aynı zamanda, caminin Mervani Hükümdarı Nasruddevle tarafından yaptırıldığı da söyleniyor bundan dolayıda ismi “Nasıriye Camisi” olarak da anılıyor.




Caminin hemen yanında Halid Bin Velid’in oğlu Hz. Süleyman’ın, Osmanlı döneminde yaptırılan mezarı bulunuyor.


Mekke’nin fethedilmesinin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Hz. Ömer tarafından görevlendirilen, Halid Bin Velid komutasındaki Arap ordusu, Kuzey Metopotamya bölgesine doğru ilerlemiş ve Diyarbakır’a varmış aylar geçmesine rağmen şehir ele geçirilememiş.Bu arada ramazan ayı gelmiş ve oruç tutulmaya başlanmış. Halid Bin Velid, her gece askerleri tarafından sahur için bırakılan ekmeğin birkaç gün üst üste bırakılmadığını görünce, erzaklarının mı bittiğini sormuş asker ise her gece ekmeği bıraktığını söylemiş ve sahur için bıraktığı ekmeğin neden kaybolduğunu takip etmeye başlamış , bırakılan ekmeğin, bir köpek tarafından alınarak, Diyarbakır şehir surlarındaki bir kovuktan, şehir içine götürüldüğünü görmüş ve durumu Halid Bin Velid’e bildirmiş. Halid Bin Velid tarafından görevlendirilen Hz. Süleyman ve 27 sahabe arkadaşı kovuğu büyütüp şehre girmiş ve kapıları açarken şehit olmuşlar.

Diyarbakır şehrinin, Müslümanlar tarafından fethi sırasında şehit düşen 27 sahabe Hz. Süleyman camisinin bulunduğu yere defnedilmiş. Cami, 27 sahabenin mezarı üzerine inşa edilmiş. Cami altındaki türbe bölümüne, bir merdiven ile iniliyormuş Ama, bu merdiven zamanla kapanmış. Bununla ilgili birde efsane var, şehit sahabelerin türbedarı olarak “Şeyh Muhyiddin Efendi” görevlendirilmiş. Bu şahıs, her Perşembe akşamı, şehitlerin cenazelerinin bulunduğu mahzene iner ve onların bozulmamış bedenlerinde bulunan yaralarından akan kanları, pamukla siler ve temizlermiş. Şehitlerin üzerinde, şehrin valisi Murtaza Paşa tarafından yenilenen bir örtü bulunurmuş ve türbedar, örtüyü kaldırmadan şehitlerin yaralarını temizlermiş.

Birgün türbedarın, pamuk alacak parası kalmamış ve çarşıya gittiğinde nasıl pamuk alacağını düşünürken, karşısına çıkan bir zat, kendisine para vermiş,türbedar bu para ile pamuk almış ve şehitlerin kanını silmek için yeniden mahzene indiğinde ise, merak edip şehitlerin üzerindeki örtüyü, kaldırmış ve örtünün altında, çarşıda kendisine para veren zatı görmüş ve korkudan dili tutulmuş.

Şehirde, bu olay duyulunca,şehitlerin yaralarından kan akmaz olmuş, bunun üzerine, mahzene açılan kapı, duvarla örülerek kapatılmış.

Onların anısına, caminin avlusuna, Hz.Süleyman için bir sanduka yaptırılmış ve daha sonra bunun çevresi de, bir çok mezar tarafından sarılmış.

Evet, tarihi özellikleri yanında dini özellikleri de ön plana çıkan bu şehirde: 6 peygamber kabri ve 3 peygamber makamı bulunduğu belirtiliyor. Hatta, sahabe kabirlerinin sayısı bakımından: Mekke ve Medine’den sonra, dünya üzerinde üçüncü şehir olduğu da söyleniyor.





Bahçesinde çeşmelerden akan sular Amida Höyüğün Altından geliyor demiştim. İnsanlar pet şişeleri her çeşmeden karma yaparak doldurup dilek diliyorlar


Saat 12:00 gibi başladığımız içkale ve Hz. Süleyman camisi gezimiz 13.30 da bitiyor. Çoook acıktık ilk olarak Diyarbakır’da olmazsa olmaz Cartlak kebabı denen ciğeri yemek için Dağkapı’da bulunan Ciğerci Remzi’ye gidiyoruz.
Her katı farklı dekore edilmiş restaurantın en üst katına çıkıyoruz ve ciğer siparişlerimizi veriyoruz.

Four Squerde mekanla ilgili önerileri incelerken o kadar çok kişi kashe önermişki denemek için ortaya birde kashe söylüyoruz. Diyarbakır’ın ciğeri ünlü ama bence kashe ciğerden çok daha lezzetli. Garsona soruyorum kashe neyden yapılıyor diye anlatmaya çalışıyor sonunda anlıyoruzki bu bizim bildiğimiz ismiyle uykuluktan başka bir şey değil . Uykuluk kasaplık hayvanların timüs (yani, göğüs kemiği arkasında bulunan büyüme hormonu salgılayan içsalgıbezi) ve pankreas bezlerine verilen ortak ad.



ciğer


kashe




Afiyetle yemeğimizi yiyoruz ve 2 ciğer, 2 ayran bir kashe için toplamda 35 tl ödüyoruz. Yalnız bir not bu mekanda kredi kartı geçmiyor, para peşin kırmızı meşin:)





Yemekten sonra Ciğerci Remzi’nin hemen karşısında bulunan Nebi (Peygamber ) camii’ne gidiyoruz 15’nci yüzyılda, Akkoyunlular döneminde yapılmış olan caminin minare ve değişik yerlerindeki peygamber efendimizden bahseden kitabelerin çokluğundan dolayı Peygamber camisi olarakta anılıyor. Bu caminin minaresinin diğer bir özelliğide dikdörtgen yapılı arap mimarisinde olmasıymış.




Camiden sonra Hatice’nin çalıştığı bankaya uğruyor bir çay içiyoruz nasıl olsa vakit bol saatte 15:30 olmuş zaten rotamıza devam ediyor gazi caddesi üzerinde rotamıza devam ediyoruz ve Ahmed Arif evine gidiyoruz.

Ahmed Arif, 21 Nisan 1927'de Diyarbakır da dünyaya gelmiş 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiş.

1968 yılında yayınlanan şiirlerinin toplandığı tek kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim en çok basım adedi görmüş şiir kitabı olma özelliği taşıyormuş. Ayrıca şair Türkçe’yi en iyi kullanan şairlerden biri olarak kabul ediliyor.

Müze 2011 yılında açılmış 120 yıllık Diyarbakır ev mimarisinin en güzel örneklerinden biri, müzede şairin kişisel eşyaları, el yazısıyla yazdığı şiirleri ve fotoğrafları sergileniyor.














Ben müzeyi gezerken broşüründede yazan Anadolu şiiri çekti dikkatimi ne güzel anlatmış Anadolu’yu

ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?


Hemen bitişiğinde bulunan Cahit Sıtkı Tarancı Müze evine giriyoruz.Müzeler henüz yaz tarifesine geçmemiş saat 16:00 da kapanıyorlar neyseki kapanışa yetiştik .

Asıl adı Hüseyin Cahit olan şair, 4 Ekim 1910’da, Diyarbakır’da dünyaya gelmiş. Babası, Diyarbakır'da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinçcizadeler ailesinden olan şairin akrabaları “Pirinççioğlu” soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “Tarancı” soyadını almış.


Otuz Beş Yaş” şiiri ile 1946'da CHP Şiir Ödülü'nde birincilik alarak yurtçapında tanınan bir şair olmuş.


Otuz Beş Yaş

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.

N'eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.






Aralık 1954’te ağır bir akciğer hastalığına yakalanan ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için Viyana'ya giden Cahit Sıtkı Tarancı, 13 Ekim 1956’da, burada vefatının ardından, Ankara'ya getirilerek, toprağa verilmiş.


Sanatçınn doğduğu ve gençlik yıllarını geçirdiği ev Diyarbakır konut mimarisini en iyi yansıtan evlerden biri. 1973 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak, müze haline getirilen evde ,14 oda, avluya açılan bir mutfak, kiler ve tuvaletten oluşuyor.


Yeri gelmişken; Diyarbakır'da evler avlu usulü , dışarıdan bakınca daracık sokaklarda yüksek duvarlar, içeride ise bahçeler, havuzlar, balkonlar ve binanın pencereleri yer alıyor ve tüm pencereler avluya açılıyor sokağa bakan hiç pencere bulunmuyor, hem mahremiyet hem de mevsimsel zorluklardan koruma sağlıyormuş. Yazın evin Kuzey bölümü kullanılırken , Kışın güney, İlkbaharda Doğu ve Sonbaharda Batı bölümü kullanılıyormuş.


Evler bazalt taşından yapılma, Karacadağ 1950 rakımlı eski volkanik bir dağ, patladığı zaman lav olarak bazalt yaymış. Bazaltın arasında (oksijen) hava habbeleri kalmasıyla oluşan taşa delikli (dişi) taş, masif olanlar da erkek taşmış.. Avluların zemininde hep o delikli (dişi taş) kullanılırmış, Yazın sıcak günlerinde avluya su dökülünce su bu deliklerin içinde kalır buharlaşır ve etrafa serinlik verirmiş. Siyah bazalttan yapılan evlerin içi “Cıs” adı verilen bezemelerle süslenirmiş. Beyaz renkli olan bu bezemeler siyah taşlardan yapılmış odalara aydınlık katıyor.





















Son olarak günü tamamlamak ve bir kahve molası vermek için Sülüklü han’a (Kazancılar) gidiyor yöreye özgü menengiç kahvesi siparişi veriyoruz.


Türkiye’nin batı, güney ve güneydoğu kesimlerinde daha çok dağlık ve kırsal alanlarda doğal olarak yetişen menengiç (Çitlenbik) meyvesi, yabani fıstık olarakta biliniyor, hasadın ardından yıkanıp, güneşte kurumaya bırakılıyor ve koyu kahverengiye dönene kadar kavrulup, macun kıvamına gelince ezilmesiyle kahve elde ediliyormuş. Egzama, astım,ishal, sarılık, mide ağrısı gibi hastalıklara da iyi geliyormuş Sütlü olarak yapılan kahvenin içimi güzel farklı bir aroması var daha önce Gaziantep gezimdede denediğim için bilmediğim bir tad değil. Sülüklü Han’dada güzel yapmışlar. Menengiç’in aşılanmasıyla fıstık elde ediliyor.

Gazi caddesi üzerinde, Kazancılar sokağında bulunan han 1683 yılında, Mahmut Çelebi ve kız kardeşi Atike Hatun tarafından yaptırılmış. 3 katlı ve her katında 18 oda bulunan hanın zemin katı ahır olarak kullanılmış Ancak, günümüze, yapının yalnızca tek katı sağlam gelmiş. Hanın en büyük özelliği: avlusunda bulunan kuyunun içinden çıkarılan ve tedavi amaçlı kullanılan “sülük” ler.

Ayrıca, hanın altında gizli bir geçitin bulunduğu ve bu geçidin iç kaledeki cezaevine çıktığı ve o dönemde, 3 idam mahkumun, bu geçidi kullanarak kaçmayı başardığı ve bu olaydan sonra geçidin kapatıldığı söyleniyor. Bizde garsona soruyoruz böyle bir geçit varmı diye onlar hiç böyle bir geçit görmediklerini söylüyor.

Fonda bir müzik, ağıt tarzı duymuştum daha öncede türü dengbej.

Dengbej sözcüğü ''deng'' –ses ve ''bej''-söyleme sözcüklerinden oluşan birleşik bir Kürtçe sözcük,
kelime manası olarak sese biçim, hayat, renk veren anlamında.

Dengbej müziği eşiğinde kahvelerimizi içiyor ve hesabımızı ödüyoruz. 1 adet kahve 5 TL







Saatte epey ilerledi mesai saati bitmek üzere bankaya gidiyor Hatice ile buluşuyor duraktan Ofis minibüsüne binip eve geliyoruz. Bir gece önceki uykusuzluktan olsa gerek başım fena halde ağrıyor ılık bir duş alıp 1 saat kadar dinleniyorum, kalktığımda yemekler hazırlanmış sofralar kurulmuş.

Tuzda Tavuk, Kengel, dereotlu yoğurt, salata, baharatlı pilav. Eee daha ne olsun menü süper :) gündüz ilgimi çektiğini görünce Zelal annesine haber vermiş Muhsine teyze’de hiç üşenmemiş bana Kengel yemeği yapmış. Kengel bitkisinin gülün dikenleri gibi dikenleri var, önce dikenleri ayıklanıp haşlanıyor sonrada yumurta ile bulanıp kızartılarak yapılıyormuş. Tadı mücveri biraz anımsatıyor ben sevdim sizede tavsiye ederim.

Bu güzel menüde emeği geçen tuzda tavuk için Hikmet amca’ya, Kengel için Muhsine Teyze’ye ve diğerleri içinde Hatice ve İsmail’e teşekkür ederim elinize sağlık.




Yemekten sonra bağlar semti manzaralı balkonda oturup kavun çekirdeği, çay, tatlı eşliğinde saat 01:00 e kadar sohbet ediyoruz.Sohbet arasında söz ilçelerden açılıyor burada Erganililer hakkında çok fıkra olduğunu öğreniyorum. Trafikte yolun ortasından yürüyen biri varsa halk arasında kesin Erganili dendiğini söylüyorlar sanırım Erganililer biraz başı buyruk ve inatçılar J bir rivayete göre Zülküf Peygamber Erganiliden dağa kaçmışJ üstüne bir fıkra anlatıyorlar, günlerden bir gün bir eşek yol un ortasında duruyor ve kimse onu yoldan çekemiyor yoldan geçenlerden biri gelip eşeğin kulağına birşeyler fısıldıyor ve eşek yürüyüp gidiyor , ahali şaşıp kalıyor ve soruyorlar biz kıpırdatamadık sen ne söyledinde eşek yürüdü gitti ? Cevap : Yürü yada seni Ergani kütüğüne yazarım J Anlaşılan bölgede Ergani’lilerin pek iyi bir ünü yok :)

Sabah saat 10:00 da kalkıp hazırlanıyoruz ve yine ofis semtinden minibüse binip Gazi caddesine geliyoruz önce meşhur Diyarbakır kahvaltısı yapmak istiyoruz. Diyarbakır’da aslında kahvaltı denince Hasanpaşa Hanı akla gelir bir önceki gidişimde Hasan Paşa han’ında zaten kahvaltı etmiştim bu sefer farklı bir yer denemek istediğim için eski bir Diyarbakır evinden dönüştürülmüş olan Mahabad Kahvaltı & Cafe’de kahvaltı etmeye karar veriyoruz. Burada kahvaltılar meşhur çünkü masa baştan sona donatılıyor ne yokki, peynir çeşitleri,zeytin çeşitleri,kavurmalı yumurta,sucuklu yumurta, menemen, haşlanmış yumurta, kızartma patates,patlıcan, çemen, süt kaymağı, yoğurt kaymağı vs. saymaktan ben yoruldum. Masaya oturunca kaç kişilik kahvaltı istediğinizi söylüyorsunuz onlarda ortaya getirdikleri porsiyonları kişi sayısına göre ayarlıyorlar. Fiyatı kişi başı 15 TL. Burada kahvaltı ayrı bir keyif bizde bu keyfi doyasıya yaşıyoruz saat 10:30 oturduğumuz kahvaltıdan saat 13:00’te kalkıyoruz :) Nasıl olsa bol bol zamanımız var:)  Öyle bir doydukki sanırım akşama kadar artık yemek yiyemeyeceğim :)

Detaylı bilgi için : http://www.mahabadcafe.com





Karnımız doyduğuna göre artık rotamıza başlayabiliriz Diyarbakır’a gelince görülmeden dönülmemesi gereken en önemli eser Ulu cami. Bizde bugünkü rotamıza Ulu camiden başlıyoruz. Hasan Paşa hanı’nın hemen karşısında yer alan Ulu caminin doğu avlu girişinde Taç Kapı olarak adlandırılan aynı İçkale’deki Artuklu kemerinde olduğu gibi aslan ve boğa sembolü ve kitabesi karşılıyor bizi.



Caminin en büyük özelliği: Anadolu’nun ilk camisi ve İslam aleminin, 5’nci Harem-i Şerif-i yani Mukaddes Mabet olarak kabul edilmesidir. Diğerleri ise ; 1.Mescid-i Haram 2.Mescid-iNebi 3.Mescid-i Aksa 4.Emevi camii’dir.

Caminin bulunduğu yerde ilk olarak, bir pagan yani putlara tapanlara ait bir tapınak bulunuyormuş. Daha sonra ise, Mar Toma isimli kilise olarak kullanılmaya başlanmış. 639 yılında Diyarbakır’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra camiye dönüştürülmüş.


Yangınlar ve diğer çeşitli tahribat ve yıkımlar sonucu, birçok kez onarımdan geçirilmiş.En kapsamlı onarım, 1091 yılında Selçuklular döneminde yapılmış. Cami günümüzdeki şekline 1185 yılında ulaşmış, son olarak ise, 1975-1977 yılları arasında, kapsamlı bir onarımdan geçmiş.


Caminin dört cephesi, İslamın 4 ana mezhebine ayrılmış. Hanefi ve Şafiler, 2 ayrı mekanda ibadetlerini sürdürmektedirler. Hanefiler Bölümü kiliseden, camiye dönüştürülen esas bölüm.









Avlusunda bir güneş saati mevcut ve çift şadırvanlı nadir camilerden. Camiye çevrilmesine rağmen sütun başlıklarındaki hayvan figürleri yok edilmemiş. İçinde birde Hünkar mahfili mevcut. (Padişahların ibadet etmesi için yapılmış yerden yüksek ibadet mekanı )












360 derece camiyi gezmek için http://www.3dpanoramik.com/panoramik/181/diyarbakir_ulu_camii.html linki kullanabilirsiniz.

Ulu caminin kuzey bölümünde camiye bitişik olan Mesudiye Medresesini kapalı olduğu için biz gezemedik ama bence görülmeye değer.

1198-1223 yılları arasında Artuklular döneminde yapılmış ,adını, yapıyı yapan Mesut adlı ustadan almış. yapıldığı dönemde: 4 sünni mezhebe ait fıkıh dersleri veriliyormuş. Yani, dönemin en önemli üniversitelerinden biri gibi çalışıyormuş. Yapının mimari en önemli özelliği mihrabın her iki yanına yerleştirilmiş, dönebilen bazalt sütunlar . Bu sütunlar deprem sonucu, yapının her hangi bir yerinde olabilecek çökme veya kaymayı tespit edebilmek için konulmuş.

Caminin girdiğimiz kapısından çıkıyoruz etrafta tesbih satanlar, artık yok olmuş mendil satanlar,Arbane satanlar meydan cıvıl cıvıl.



Sağa döner dönmez ayakkabıcılar çarşına geliyoruz. Burada ayakkabılar,şallar, tütünler vs var. Bende şal meraklısı olarak,  aksesuar olarakta çok fazla kullandığım şallardan bakıyorum kendime. Biraz daha ilerleyip Melek Ahmet Paşa caddesi ve Peynirciler çarşısı arasındaki, Maliki Ejder Camisi ve Maliki Ejder türbesininde bulunduğu sokakta bulunan Aşefçiler çarşısında yok yok , Bizim Mahmutpaşa mantığında açık bir çarşı burası. Züccaciyeden taze sebzeye, meyveye, deterjandan çeşitli kumaşlara her şey var.


Üç perşembe akşam ezanı ile yatsı ezanı arasında Maliki Ejder türbesine gelip dua edilip dilek dilenir ve dilek gerçekleştiğinde ise şeker alınır tekrar buraya gelip dağıtılırmış.


Aşefçiler çarşısından devam edip Bakırcılar çarşısına geliyoruz ve etrafta bulunan birbirinden güzel bakırdan yapılmş eşyaları inceliyoruz.






Çarşı gezilerimizi bitirip yönümüzü Ziya Gökalp evine çeviriyoruz. Diyarbakır’ın daracık ara sokaklarında dolanırken bir semer yapım atölyesi dikkatimi çekiyor artık çoook eskilerde kalmış bir meslek bu şaşırıyorum hala ata ve eşeğe binen varmıki semercilik hala devam ediyormu diye! Selam verip dalıyorum dükkana abi kolay gele. Sağolasın bacım hoş geldin diyor usta. Soruyorum hala varmı semercilik iş oluyormu ki artık yok olmak üzere bizim meslek diyor ama hala yaylalarda azda olsa eşek ve deve kullananlar var azda olsa iş oluyor diyor çay ikram etmek istiyor bizde işinden etmeyelim deyip birkaç fotoğraf çekip yolumuza devam ediyoruz.



Yolumuzun üzerinde Dicle Fırat kültür evini görüyoruz içeriden Arbane (def’in içinde metal halkalar olanı ) sesi geliyor hemen giriyoruz içeri öğrenim gören öğrenciler kendi aralarında eğleniyor biraz dinleyip beraber halay çekiyoruz sonra vedalaşıyoruz





Ve geze geze nihayet Ziya Gökalp evine geliyoruz. Melik Ahmet Caddesi, Gökalp Sokak'ta bulunan bu evde Asıl adı Mehmet Ziya olan Türk Milliyetçiliğinin babası olarak bilinen Ziya Gökalp 1876’da dünyaya gelmiş. Yazarın doğup büyüdüğü çocukluk yıllarını geçirdiği bu ev 1956 yılında müze olarak hizmete açılmış. Müzede yazarın kişisel eşyaları, belgelerinden oluşan koleksiyonları, fotoğrafları, kütüphanesindeki kitapları, mektupları sergileniyor. Sosyolog, yazar ve şair olan Ziya Gökalp 1924 yılında İstanbul’da vefat etmiş.
















Müzeden sonra yönümüzü Safa (Parlı) camisine çeviriyoruz. Melek Ahmet Caddesinde, caddeye 150 metre uzaklıkta bulunan Parlı camii, Akkoyunlular döneminde ,Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından yapılmış fakat yapılış tarihi tam olarak bilinmiypr ama 1531 yılında,. Kapısı üzerinde bulunan yazıta göre,onarım gördüğü biliniyor.


Caminin: çinileri ve zengin taş süslemeleri ilgi çekiyor. Siyah bazalt taş kullanılarak yapılmış. Taş işlemeleri: minaresinde, kaideden başlar ve külahına kadar devam ediyor. Yapının boyutları: yaklaşık; 22 x 20 metredir. Minarenin yapımı sırasında: harcına, çevrede yetişen kokulu bitkilerden, 70 yük katıldığı ve bu nedenle, camiye “Miskli” yani “kokulu” cami denildiği söyleniyor. Hatta, bu nedenle yani kokunun kaybolmaması için, o dönemlerde, minarenin bir kılıf içinde muhafaza edildiği ve yalnızca Cuma günleri, kılıfı açılarak, etrafa koku yaymasının sağlandığı söyleniyor.Minarenin çinilerinin parlaklığından dolayıda parlı camii denilmiş.

















Camiyi gezdikten sonra tekrar Gazi caddesine geliyoruz ve cadde üzerinde satılan ıslak karpuz çekirdeği alıp Keçi Burcunun aşağısında bulunan hevsel bahçeleri manzaralı Özhevsel çay bahçesine gidiyoruz. Karpuz çekirdeği v eçay eşliğinde sohbet ederek güneşi batırıyoruz.


Saat 20:00 oldu artık karnımız acıktı Gazi caddesi Nazif Sokak’ta bulunan Onur kebap’a gidiyoruz. Hatice’nin favorisi buradaki kuşbaşıymış ama maalesef bu saate kalmamış bizde bir başka lezzeti Patlıcanlı Kebap’ı yemeye karar veriyoruz. Ortaya 2 Patlıcanlı kebap ve ayran söylüyoruz. Toplam hesap 45 TL Lezzeti güzel mekanda iğne atsan yere düşmüyor. Kebabın yanında gelen ikramlıklarsa yemeğe yer bırakmıyor zaten.
Detaylı bilgi için: http://www.onurocakbasi.com inceleyebilirsiniz.




Eeee bu kadar yedikten sonra hazmetmek için birde kahve lazım. Soluğu Hasan Paşa Han’ında alıyoruz. HasanPaşa hanı 1573 yılında Osmanlı valilerinden Hasan paşa tarafından yaptırılmış. İki katlı hanın ortasında birde  şadırvan mevcut. Handa kahvaltıcılar, kafeler, bakır satan dükkanlar var. Bizde bugünkü kahve molamızı burada veriyor menengiç kahvemizi içiyoruz. Fiyatı 5 TL.



Bittimi gün bittimi tabiî ki hayır.:) İsmail’in arkadaşı Özgür Habitat Garden’da sahne alıyormuş. Günü Habitat’ta bitirmeye karar veriyor ve Özgür’ü dinlemeye gidiyoruz. Mekan çok güzel ferah bahçesi çok keyifli ama maalesef yağmur var ve bizde içeride oturmak zorunda kalıyoruz ama içeriside çok keyifli özellikle restaurantın yüksek tavanı ortamın havasızlığını alıyor ben çok beğendim. Özgür’ün ve partnerinin sesi gerçekten çok güzel her telden çalıyor ve söylüyorlar uzun süredir bu kadar eğlenmemiştim.

Detaylı bilgi için: http://www.habitatgarden.com.tr
Eve döndüğümüzde saat 24:00’ü geçiyordu yatmamız gece 02:00 yi buluyor.

Sabah saat 10:00 da kalkıyoruz bugün kahvaltımızı evde yapmaya karar veriyoruz. Bugün Ermenilerin Paskalya bayramı bizde kahvaltımızı saat 11:00 civarı bitirip Paskalya için Surp Giragos Ermeni Ortodosk kilisesine gidiyoruz. Özdemir mahallesi Göçmen sokakta bulunan kilisenin yapım tarihi bilinmiyor, fakat yazılı kaynaklarda, kilise hakkındaki ilk bilgiler, 1517 yılında geçtiğinden 16’ncı yüzyılda yapıldığı düşünülüyor. 1880 yılındaki büyük yangın sonucu, yapıya, yeni ilave bölümler eklenmiş ve bunun sonucu, yapı, aynı anda, 3000 kişinin ibadet edebileceği bir Ermeni kilisesi haline gelerek, dünyada tek olmuş.

Yapı: Ermenilerin bölgeyi terk etmeleri sonrasında: I. Dünya savaşı sırasında, Alman subayların karargahı, daha sonra, 1960 yılına kadar askeri depo, Sümerbank bez deposu ve benzeri amaçlarla kullanılmış. Daha sonra ise, Diyarbakır Ermeni Cemaati tarafından onarılarak, günümüzde tekrar dini yapı olarak kullanılmaya başlanmış.

Kiliseye gittiğimizde bahçesinde paskalya çöreği ve rengarenk paskalya yumurtaları dağıtılıyor.

İsa'nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişinin kutlandığı paskalya bayramı perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsıyor ve Paskalya Günü'nde (Diriliş Günü) sona eriyor.

Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenleniyor. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmıyor; dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılıyor.

Yumurtaya gelince; yumurta hristiyanlık öncesi kültürlerde dünyanın yeniden canlanmasının sembolü olarak kullanılırmış. Bir Hristiyanlık öncesi gelenek olan yumurta boyamak Hıristiyanlıktan sonra Paskalya bayramı ile de özleşmiş. İlkbahar başlangıcında (21 Mart) Eski Mısır ve İran'da arkadaşlar birbirlerine canlanmanın sembolü olan boyalı yumurtalar verirlermiş. Sonradan, Hristiyanlığı kabul eden bazı pagan toplulukları sahip oldukları kültürel adetlerini Hristiyanlık ile bütünleştirmiş ve bu adet Isa'nın hayata geri geldiği gün olan Paskalya ile özdeşleştirilmiş.

İçeri giriyoruz ayin bitmek üzere ve çok kalabalık ayinin bitmesini bekliyoruz. Ayinden sonra bebek vaftizi için bir grup başka bir bölüme geçiyor ama kalabalıktan izlemek mümkün değil. Yakınımda bir grubun konuşmalarına tanık oluyorum ilgimi çekiyor. Bir kadın bir şeyler anlatıyor biride tercüme ediyor merak ediyorum ve yanlarına yaklaşıyorum. Kadın Ermeni adının Rebeka olduğunu söylüyor tercümanlık yapan kişide El cezire televizyonunda çalışıyor ve yanında Fransız bir gazeteci röportaj yapıyorlar.

Rebeka çocukluğunda yaşadıklarını anlatıyor. Çocukluğundan beri ermeni olduklarını hep sakladıklarını daha yeni yeni söyleyebildiklerini söyleyip çocukluğunda yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. Daha 3 yaşındayken sırf babasına acı çektirmek için Müslümanlar tarafından oturdukları yerden alınıp başka bir mahalleye bırakıldığını babasının kendisini saatler sonra bir köylünün kucağında bulduğunu ve bu olaydan sonra bir daha kolay kolay evden dışarı bırakmadığını anlatıyor. Okul yıllarında arkadaşlarının ona tek parmakmı çapraz parmakmı olduğunu sorup tek parmaksa baş üstü çapraz parmaksa tüüüüü deyip tükürdüklerini anlatıyor yıllar boyunca korkuyla yaşadıklarını ve ermeni olduklarını gizlemek zorunda kaldıklarını anlatıyor.

Gazeteci bu kilisenin açılmasının onlara cesaret verip vermediğini soruyor oda ben cesurum açıklıkla söyleyebiliyorum fakat geri dönmüş birçok Ermeninin iş kariyerlerini ve yaşam standartlarını tehlikeye atmamak için geçmişten gelen korkularla Ermeni olduklarını söylemediklerini hatta müslüman gibi görünüp hacca ve umreye bile gittiklerini söylüyor.

Savaş ne kadar kötü tepedekiler bir karar alıyor olan masum halka oluyor Atatürk ne güzel söylemiş yurtta barış dünyada barış savaşların ve acı çeken insanların olmadığı huzurlu bir dünya olması için içinden dua ederek birkaç fotoğraf çekip avluya çıkıyorum.


http://www.3dpanoramik.com/panoramik/143/surp_giragos_kilisesi.html












Kapıda dağıtılan rengarenk yumurta ve paskalya çöreklerinden alıyorum. Bana yeşil renkli bir yumurta denk geliyor ama ben birinin elinde gördüğüm mor yumurtayı çok beğeniyorum. Dağıan kişi mor yumurta kalmadığını söylüyor. İsmail’e de yeşil Hatice’ye ise sarı yumurta geliyor aklım kaldı mor yumurtada L Hatice kapıyor elimdeki yumurtayı bi dakika diyor gidiyor ve elinde mor yumurtayla geri dönüyor. Nasıl yaptın diyorum şaşkınlık içinde bir beye gidip küçük bir çocuğu olduğunu ve mor yumurta istediğini söylemiş ve yumurtayı değiştirmiş. Ne çocuk ama kopuyoruz gülmekten J Artık mor bir yumurtamız var İsmail’in arkadaşı birde kırmızı yumurta verince rengarenk yumurtalarımız oluyor yaşasııın :) çocuk gibi seviniyorum.


Kiliseden çıkıp hemen karşısında bulunan Esma ocak evine gidiyoruz.

Esma Ocak ; 1928 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelmiş 2011 yılında da vefat etmiş öykü ve roman yazarı. Gerçek hayattan etkilenerek yazdığı romanlardan tiyatro oyununa ve sinema filmine çevrilenler var. En bilinen eseri 1990 yılında Atıf Yılmaz tarafından beyaz perdeye uyarlanmış Berdel. Berdel filmi 1941 yılında 41. Berlin Film festivalinde ödül almış. Esma Ocak evi 2013 yılında restore edilerek ziyarete açılmış. Müzede esma Ocak’ın giydiği kıyafetler, yaşadıkları odalar görülebilir. Burası aynı zamanda bir kafe olarakta hizmet veriyor. Bizde oturup keyif yapmaya karar veriyoruz. Hatice’nin tavsiyesi ile çilek şerbeti istiyorum. Gerçekten lezzet 10 numara sunum 10 numara fiyatı ise 5 TL. Yanında sunulan kurabiyeleride kendileri yapıyorlar. Kesinlikle tavsiye edilir.
















Bir sonraki durağımız yolumuzun üstünde bulunan Şeyh Mutahhar- Dört ayaklı minare camisine gidiyoruz. Özdemir mahallesinde bulunan Cami 1500 yılında, Akkoyunlu hükümdarı Kasım tarafından yaptırılmış. Siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmış olan camide Şeyh Mutahhar’ın mezarının burada olduğu içinde bu isimlede anılıyor.

Caminin minaresi yolun ortasında dört ayrı sütun üzerinde yükselen, kare planlı. Dört ayak, İslamdaki 4 mezhebi üzerinde yükselen minare de, İslam dinini temsil ediyormuş. Minare, camiden daha çok ilgi çekmekte olup, Anadolu’da tek olması nedeniyle önem kazanıyor. Minarenin sütunları altından, 7 kez geçerseniz, her dileğinizin yerine geleceğine inanılıyor.

Caminin içine girip geziyor ve fotoğraf çekiyorum daha sonrada minarenin altından esprisine bir kere geçiyorum 7 kere değil :) Çünkü ben böyle batıl şeylere pek inanmıyorum :)





Bir sonraki durağımız Süleyman Nazif mahallesinde bulunan Behrampaşa Camii . Diyarbakırın 13. Osmanlı valisi Behram Paşa tarafından, 1564-1572 yılları arasında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Yapı: kesme taştan yapılmış ve tek kubbeli. Osmanlı döneminin, burada yapılan en görkemli camilerinden.

Camiye geldiğimizde kapıdaki kilidi görünce hayal kırıklığına uğruyoruz , dışarıdan fotoğraflarını çekerken namaz saati yaklaştığı için kilit açılıyor seviniyoruz caminin giriş kapısı çok ihtişamlı kapıların ihtişamı camii yaptıranın kudretini gösterirmiş. İçeride çiniler orjinal ve bu çiniler sürekli çalındığı için camiyi namaz saatleri dışında kilitli tutuyorlarmış. Caminin içinde dar merdivenle çıkılan üst katta ibadet edilebilecek mahfiller var.





















Daracık ara sokaklardan geçerken su dolu duvardan sarkan pet şişeler çekiyor dikkatimi yurdum insanının çözüm bulmakta üstüne yok damın üstüne yağmurdan su almasın diye çekilen branda uçmasın diye pet şişeler su ile doldurulup ağırlık yapsın diye uçlara bağlanmış :)



Pet şişe bağlanmış brandalı dar sokakları geçerek henüz ziyarete açılmamış Cemil Paşa Konağına geliyoruz. 3 yıl boyunca 50-60 işçiyle aralıksız çalışılarak restore edilmiş Cemil Paşa Konağı Ali paşa Mahallesi Köylü sokakta. Osmanlı Valisi Ahmet Cemil Paşa tarafından 1888-1902 yılları arasında yaptırılmış. Konak Haremlik ve Selamlık olarak iki bölümden oluşuyor. İki bölüm arasında birde yemeklerin bölüm değiştireceği dönen bir dolap var. Restorasyonu tamamlandıktan sonra kent müzesi olarak hizmet girecekmiş.











Yarısı açık, diğer yarısı kapalı olan bu dolabın içinde; sıra sıra geniş raflar var. Kadınlar kısmında pişirilen yemeklerbu dolaba yerleştirilip dolabın açık tarafı erkekler kısmına döndürülürmüş. Raflar boşalıp, yerine erkekler tarafından boş tabaklar konunca da dolabın açık kısmı kadınlar tarafına çevrilirmiş. Ancak kadınlar ile erkekler arasında bağlantıyı sağlayan bu dolap zaman zaman gönül işlerindede kullanılmış bu dolap aracılığıyla mektuğlaşmalar olurmuş. İşte gizli kapaklı işler çevirmek anlamına gelen dolap çevirme deyimininde buradan çıktığı söyleniyor.

Sokaktaki çocuklar peşimizden koşturuyor fotoğraflarını çekip paskalya çöreklerini paylaştırıyoruz

















Ali Paşa mahallesinde gezine gezine  Meryem Ana Kadim Kilisesine geliyoruz.Gelirkende ara sokaklarda oynayan çocuklarla haşır neşir oluyoruz. Ali paşa mahallesi bizim sulukule misali kentsel dönüşüme girmiş varoş kesimin bulunduğu etrafı yıkık dökük bir mahalle. O yıkık döküklük arasında oyanayan çocuklar. Bakışlarda utangaçlık ve merak. Kurban olurum masumluğunuza:)

























İlk olarak, burada, güneş tapınağı olarak kullanılan bir mabedin bulunduğu tahmin edilmektedir. Günümüzdeki yapının yapım tarihi ve yaptıranı hakkında ise, ayrıntılı bilgi bulunmuyor. Ancak, kapısı ve mihrap üzerinde bulunan bir kısım kalıntılar, yapının Geç Roma döneminde yani 3’ncü yüzyılda yapıldığını gösteriyor.

Kilise: 1034 yılında, Patrik IV. Diyonosiyos tarafından, patriklik merkezinin Diyarbakır şehrine taşınması nedeniyle, 11’nci yüzyıldan, 19’ncu yüzyılın sonlarına kadar, Süryani Patrikhanesi olarak görev yapmış. 1933 yılında ise, Mardin Süryani Kadim Metropolitliğine bağlanmış ve halen buranın üyesi.

İçinde, bazı azizlerin resimleri bulunmaktadır. Ayrıca: ceviz ağacından yapılmış kapılar, el işi gümüş kandiller dikkat çekiyor. Süryani kilise kültürü gereği, patrik mezarlarının kilise içine yerleştirilmesi geleneğine, burada da uyulmuş. Çeşitli dönemlerde burada görev yapmış ve görev başında iken ölen pek çok patrik ve rahibin mezarı, kilise içinde bulunuyor.

Giriş ücreti 2 TL olan kilise kapanmak üzere içeri giriyorum görevli hoş geldiniz hocam diyor ve sohbet başlıyor aslında öğretmene benzemiyorum ama nedense Diyarbakırda herkes hocam diye hitap ediyor sanırım herkese öyle diyorlarJ Neyse görevli başlıyor anlatmaya; Burası bir süryani kilisesi .Mihrabın önündeki taşlar 3000 yıllıkmış. İçinde cam bölmelerin içinde çeşitli eşyalar azizlere ait portreler var.













Mumların yanında bulunan mum duası çekiyor dikkatimi.Bugüne kadar birçok katedral ve kilise gezdim hiç mum duasını görmemiştim.



Neyse daha fazlada meşgul etmemek lazım kapatmak için beni bekliyorlar birkaç fotoğraf çekip teşekkür edip çıkıyorum.

Bir sonraki durağımız Melik Ahmet Paşa Camii. Cami 1587-1591 yılları arasında Diyarbakır’ın Valisi Melik Ahmet Paşa tarafından kendi adıyla anılan cadde üzerinde yaptırılmış. Caddeden dar bir koridordan geçilerek giriliyor caminin bahçesine. Altta depo ve eskiden dükkan olarak kullanılan mekanları bulunan yapı yükseltilmiş ve merdivenle çıkılan bir cami haline getirilmiş.Yapının girişi oldukça dikkat çekicidir. Gösterişli ana giriş kapısı caddeye bakar ve duvardan dışarıya taşırılmış. Caminin kuzey yönündeki merdivenin sağında bulunan minare camiden ayrı olarak yapılmış ve kaide kısmındaki taş bezemeleri ile dikkati çekiyor. Mihrabı çok değerli çinilerden yapılmış. Birçok camide bulunmayan hafızların kuran okuması için mihrap benzeri bir yeri var.








Artık akşam oldu ve çok acıktık gazi caddesi üzerinde bulunan Ciğerim ocakbaşına gidiyoruz.

Menüden az yürek, az böbrek, urfa ciğer pide ve künefeden oluşan siparişimizi veriyoruz. Mekan görsel olarak güzel böbrek fena değildi, künefe güzel ama diğer yemekler vasat ödediğimiz fiyat ise 51 TL.







Karnımızı doyurduktan sonra Gazi caddesinin bitiminden Fiskaya çay bahçesine gidiyoruz ve yemeğin üzerine Türk kahvelerimizi içip sohbet ediyoruz. Millet toplanana kadar İsmaili oyalamamız lazım:)





Bugün İsmailin doğum günü iki gündür ondan gizli yapılan organizasyona katılmak için çay bahçesinden kalkıp Mahabat cafe’ye geliyoruz ve pastamızı kesip bağlama eşliğinde türküler söyleyip doğum gününü kutluyoruz. İyiki doğdun şekercim :)  Çıkışta İsmailin bankadan arkadaşı bizi erkek kardeşinin kayınvalidesinde bu gece çiğköfte yoğrulduğunu söyleyip çiğköfte yemeye davet ediyor evde yapılmış mis gibi çiğköfte red edilirmi tabiî ki hayır. Gidip mis gibi çiğköftelerimizi yiyor daha sonra evimize geliyoruz saat 1.30 oldu artık yatma zamanı.

Sabah saat 9.30 da kalkıp kahvaltımızı ediyoruz ve İsmail’in arkadaşı Süleyman'a ait olan Yıldız çay bahçesine gidip kahvelerimizi içiyoruz.
Bugünki ilk durağımız Keçi burcu (Kız Burcu). Yine dağkapıya geliyor ve Gazi caddesinin sonunda Mardin Kapısının doğu bölümündeki keçi burcuna geliyoruz. surlar üzerindeki en eski ve en büyük burç Keçi Burcu. Zerdüşt Tapınağı üzerine kurulmuş olan bu burcun, kesin yapım tarihi bilinmiyor. Ancak, üzerinde bulunan kitabeye göre, Mervaniler döneminde onarıldığı yazılı. Bu burç üzerinden: çevrenin panaromik hevsel bahçeleri,on gözlü köprü manzarası izlenebilir.













Burç içinde, geçmişte bir dönem “zindan” olarak kullanılan bir bölüm görülüyor. Ayrıca: 2004 yılında yapılan restorasyon neticesinde: burç içindeki bölümler, halen sergi alanı, cafe ve resepsiyon salonu olarak kullanılıyor.






















Keçi burcuna merdivenlerden çıkmadan önce bir oyuk çekiyor dikkatimi. Burası köpeğin izlenerek kaleye girilen 27 sahabenin şehit oldu oyukmuş.


Bir sonraki durağımız Ali paşa camii fakat yolumuz üzerinde Aynalı minare Camiini görüyoruz içeri girip bir göz atıyoruz zaten burası çok küçük bir camii. Camiden çıkıp asıl hedefimiz olan Ali Paşa Camiine gidiyoruz.

Ali Paşa Camii dönemin Diyarbakır valisi Hadım Ali Paşa tarafından 1534-1537 tarihleri arasında inşa edilmiş. Mardin Kapısı ile Urfa Kapısı arasında aynı ismi taşıyan mahallede. Medresesi, zikir yeri, hamamı, ve şafilere ait camisiyle bir külliye halinde inşa edilmiş. Caminin iç duvarları belli bir yüksekliğe kadar mavi renkli, altıgen çinilerle kaplanmış caminin en büyük özelliği diğer camilere göre kubbesinin daha geniş olması ve kemerlerinin kesme taşla ayrılması.




















Gazi caddesine geri dönüyoruz acıktık ve bugün kemikli yemek istiyoruz saat 14:00 tükenen kemikliyi yemek üzere Şanlıurfa kebap evine gidiyoruz. Bir sade kebap iki kemikli ve içeceklerimizi sipariş ediyoruz. Toplam hesap 42 TL. Mekan bildiğiniz basit esnaf lokantası ama Kemikli ve sade gerçekten muhteşem söyleyecek söz bulamıyorum hani derlerya parmaklarımı yedim diye bende gerçekten parmaklarımı yedim uzun süredir bu kadar çok sevdiğim bir şey yememiştim. Kasada hesabı öderken soruyorum nedir Allah aşkına sırrı çok güzeldi diye. Bizim etlerimizde hiçbir sos yok sadece tuz katıyoruz diyorlar lezzet tamamen buranın etinden kaynaklı diyorlar. Tavsiye ederim demiyorum yolunuz Diyarbakır’a düşerse kesinlikle yemeden dönmeyin diyorum.

Adres: Gazi Cad. Marangozlar Sk. No. 36 Dağkapı Tel: 0412 223 26 90
























Sabah Süleyman’ın çay bahçesinde kahve içerken Süleyman bizi Eğil’e götürmeyi teklif etmişti fakat işi çıkınca kendi gelemeyip bize arabasıyla birlikte arkadaşı Özgür’ü göndermiş. Özgür bizi Dağkapı meydandan alıyor ve Eğil’e götürüyor. Yolda inanılmaz bir yağmura yakalanıyoruz bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor ve silecekler yetişmiyor önce vazgeçsekmi diye düşünüyoruz ama yola devam etmeye karar verip şansımızı deniyoruz. Yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrası Eğil’e varıyoruz. Eğil aynı zamanda peygamberler bölgesi olarakta anılıyor.

Bir rivayete göre ; Eğil eğik bir kemer üzerine kurulmuş sağlam bir kaledir ve o kadar yüksektir ki ona bakan herkese korku ve vehim hakim olur.Halkın ağzında ve dilinde dolaşan söylentiye göre Allah’ın evliyalarından biri oradan geçerken o kemere işaret edip Türkçe olarak Eğil demiş,bunun üzerinde kemer Allah’ın izniyle Eğilmiş ve eğik durumu almış..Bu nedenle de ilçe Eğil adını almış

Eğil’in çeşitli bölgelerinde 7 peygambere ait kabirler mevcut. Dicle barajı inşa edilince peygamber kabirlerinin sular altında kalmasına neden olmuş ancak Hz Elyesa(as) ve Hz Zülkifl (as) peygamberin kabirleri 1995 yılında ziyaret tepesine taşınmış ve Nebi Harun tepesi olarak bilinen bu tepenin adıda Ziyaret tepesi olarak değiştirilmiş. Hz Elyesa (as) Naaşı alınmak istendiğinde teninin hale sıcak olduğu ve bazı olaylarında oluştuğu halk arasında rivayet ediliyor.

Hz.Elyesa (a.s) ve Hz. Zülkifl (a.s) ziyaret tepesinden yağmurlu manzara






















Hz Elyesa (as) M.Ö 896 yılında Filistin’de doğmuş M.Ö 866 yılında 30 yaşındayken peygamber olmuş 45 yıl peygamberlik yapmış. M.Ö 850-800 yıllarındaki Asur istilasından sonra sürgün edilip yurtlarından çıkarılan İsrailoğulları ile birlikte Eğil’e gelip yerleşmiş ve burada vefat etmiş.


Hz Zülkifl (as)M.Ö 846 yılında doğmuş Hz Elyesa (as) amcasının oğlu. M.Ö 821 yılında 25 yaşındayken peygamber olmuş 49 yıl peygamberlik yapmış. Asur istilasında Eğil’e gelip yerleşmiş ve M.Ö 762 yılında burada vefat etmiş.


Yağmur hala yağıyor ve kıpırdamanın imkanı yok ama yemyeşil tepede yağmuru izlemeninde keyfi ayrı. Yağmur etrafı temizlediği gibi zihnide temizliyor bizde yağmur dinene kadar kabir ziyareti yapıyor dualarımızı ediyoruz. Dışarı çıktığımızda yağmur durmuştu. Bizda baraj gölüne inmeye karar veriyoruz. Yol üzerinde Eğil Asur Kalesini görüyoruz ama kaleye çıkmıyoruz. Asurlular zamanında yapıldığı tahmin edilen kale yekpare bir kaya zemin üzerine oturtulmuş, üç tarafı derin vadilerle çevrilerek stratejik bir yapıya dönüştürülmüş. Kale üzerinde kaya oyularak yağmur suyu kuyuları ve tüneller açılmış bu tüneller savaş sırasında kaleden metrelerce uzaklıktaki vadilere yeraltından kaçabilmek için yapılmış.

Baraj gölüne inen yol bol virajlı ama manzara süper insan huzur buluyor. Baraj gölüne indiğimizde etraf sessiz sakin hemen göl kenarında bir kafe var bizde oturup çay kahve içiyoruz 4 çay bir kahve için 7,5 TL ödüyoruz. Hava açtı, güneş çıktı, manzara süper oh değmeyin keyfimize. Baraj gölünde tekne turu yapmak istiyoruz ve fiyat soruyoruz tekne fiyatı 20 tl diyorlar kişi başı değil tekneyi kiralıyorsunuz. Fakat yağmur olduğu için tekne sahipleri evlerine gitmişler ve kimseyi bulamıyoruz doğal olarakta tekne turu yapamıyoruz.Baraj gölü etrafında oyalanıp biraz fotoğraf çekiyoruz. Gölün karşı ucunda Kral kaya mezarları çekiyor dikkatimizi II. Şapur tarafından yağmalanmasına rağmen zamana karşı koyarak günümüze kadar gelebilmiş.Tekne turu yapabilseydik yanına kadar gidebilecektik ama şansımıza küsüp aracımıza dönüyoruz







































Yaklaşık bir saatlik bir yolculuk sonrası Diyarbakır merkeze geri dönüyoruz. Akşam oldu karnımızda acıkıyor Hatice evde bize yemek hazırlıyor. Menüde yöresel bir lezzet olan Katıklı dolma,baharatlı pilav,kengel, varda var :)

Evin balkonunda artık bir klasik haline gelen kavun çekirdeği yiyip sohbet ederek geceyi sonlandırıyoruz.

Sabah 10 da hazırlanıp evden çıkıyoruz kahvaltı etmek için Diyarbakır kahvaltı evine gidiyoruz.
Mekan gözel bahçesi sarmaşıklarla kaplı fakat Mahabad’ta gördüğümüz kahvaltıdan sonra buradaki kahvaltı çok sönük kaldı fiyatıda 20 TL hem az çeşit hemde daha pahallı bence kesinlikle hak etmiyor.
















Kahvaltımızı ettikten sonra Hüsrevpaşa medresesi ve Camiine gidiyoruz. Hasan paşa hanı ve Hüsrev paşa (Deliller) Hanının hemen yanında bulunan cami 1521-1528 yılları arasında Diyarbakır’ın 2. Valisi Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmış Medrese olarak inşa edilen yapının mescit kısmı devamlı ibadet yeri olarak kullanılınca yapıya 1728’de bir de minare eklenerek cami olarak kullanılmaya başlanılmış. Ortak bir avlu etrafında konumlanan cami ve medreseden oluşan yapıda avlunun etrafını sivri kemerli revaklar çevirmekte ve revakların arkasında medrese odaları yer alıyor.. Yapının güneyinde yer alan cami olarak kullanılan kısım ters T planlı.





















Bugün Diyarbakır’a gelince olmazsa olmazlardan olan Burçların üzerinde gezeceğiz Surların üzerinde 82 tane burç var fakat hepsini gezmemiz mümkün değil. Camiden çıkıp gazi caddesinin bitimindeki Hemen altında Hz Ömer Camii bulunan Mardin Kapı’dan surların üzerine çıkıp başlıyoruz burçları gezmeye öğle saatleri ve bugün hava çok sıcak yaklaşık Urfa Kapıya kadar 1 km lik yolumuz var. İlk burç Keçi burcunun karşısına denk gelen Yedi kardeş Burcu.


1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmış. Burcun üzerinde: Selçukluların simgesi olan “çift başlı kartal” ve 2 kanatlı aslan kabartması ilgi çekiyor. Kartal figürü, iki aslan figürü arasında. Aslan figürleri: bulunduğu yerin koruyuculuğunu simgeliyor. Ortadaki kartal figürü ise, tarihte gelmiş geçmiş Türk İslam devletlerinin ve Selçukluların simgesi olarak kullanılmış.Bunların altında ise, bir kuşak gibi burcu çevreleyen, burcun kitabesi bulunuyor.Birde efsanesi mevcut bu burcun ; düşman Diyarbakır surlarını kuşatır, günlerce süren kanlı çarpışmalardan sonra kale düşer. Ancak, yedi kardeşin savunduğu, şimdiki Yedi Kardeşler Burcu bir türlü teslim olmaz.Düşman tüm gücüyle yüklenir, sonuç alamaz. Uzlaşmak üzere elçi gönderir. Yedi Kardeşlerin elçiye cevabı şöyle olur: Biz bir şartla teslim oluruz. O da canımızın bağışlanması. Burayı yalnız kralınıza ve komutanlarınıza teslim ederiz. Gelip burca girsinler ve kaleyi teslim alsınlar, sonra da canımızı bağışlasınlar. Kral bu şartı kabul eder. Komutanlarıyla birlikte burca girer. Girer girmez büyük bir patlama olur. Yedi Kardeşler barut mahzenini ateşlemiştir. Kale havaya uçar. Kral, komutanlar ve yedi kardeş ölür. Düşman ordusu dağılır. Bu olaydan sonra bu burcun adı Yedi Kardeşler Burcu olur.
























Devam edip bir sonraki burç olan Ulu beden (Ben u Sen) burcuna geliyoruz.


Evli Beden burcu olarakta bilinen burç 1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmış. Mimarı: Cafer oğlu İbrahim. Burçta, toplam 6 tane, aslan figürü bulunuyor. Bu figürlerde, kanatlı aslanların başlarında taç görülmekte, kuyrukları ise ejderha şeklinde. Kanatlı aslan figürü olağanüstü kuvveti sembolize ediyormuş. Mezopotamya mitolojisinde görülen kanatlı aslan (sfenks) kabartması, dönemin en güzel eseri olarak önem kazanıyor. Efsanesiz olurmu bu burcunda efsanesi var hemde iki tane :)

Ben-ü Sen Efsanesi

Hükümdarın emri üzerine, Evli Beden’in yapımını mimar İbrahim, Yedikardeş’in yapımını da oğlu Yahya üstlenir. Baba oğul aynı gün işe başlar ve bir yıl sonra aynı gün eserlerini bitirirler. Her iki burç da birbirinden güzel olmuştur. Ancak bu görüntüler iki ustayı da tatmin etmez. Önce Baba İbrahim karşı burçtaki oğluna seslenir. “Seninki daha güzel olmuş” diye. Kendi yaptığı burcun üzerinde babasının eserini hayranlıkla seyreden Yahya avazı çıktığı kadar bağırır. “Hayır, seninki daha güzel olmuş” Karşılıklı bağrışmaların sonunda baba İbrahim “Ya Allah” deyip kendini burçtan aşağı atar. Onu gören oğlu Yahya üzüntüden kahrolarak aşağı atlar. İkisi de kayalara çarpa çarpa can verirler. Bu olaydan sonra burçlara ve görülen vadiye Ben-ü Sen adı verilir.


Usta-Çırak Efsanesi: Bir zamanlar, bölgenin hükümdarı, şehir surlarının batısında, iki burç inşa edilmesini emreder. Bunun üzerine görevlendirilen usta: Yedi Kardeş Burcunu yapmaya başlar. Çırağı ise: Evli Beden Burcunu yapmaya başlar. Her iki burç bittikten sonra: hükümdar, Evli Beden Burcu’nun, diğer Yedi Kardeş Burcundan daha güzel olduğuna karar verir. Ancak, bu durumu içine sindiremeyen usta: kendisini Yedi Kardeş Burcundan aşağıya atar ve ölür. Ustasının intiharına içerleyen, Evli Beden Burcunu yapan çırak da, kendini surlardan aşağıya atar ve ölür. Bu olaydan sonra: Evli Beden ve Yedi Kardeş Burçlarının bulunduğu bölgeye “Ben u Sen” ismi verilir.






















Burçların üzeri biraz ıssız gezerken insan biraz tedirgin oluyor allah’tan yanımızda İsmail var. Ulu beden burcundan sonra merdivenlerden aşağı içip altında bulunan cafede bir şeyler içip biraz dinleniyoruz. Dışarısı yanıyor fakat cafenin içi serin serinliğin keyfini çıkarıyoruz. 2 soda 2 çay için 5 TL ödüyoruz.


Surların dibindeki parkın içinden geze geze Mardin kapı’ya doğru geri dönüyoruz. Parklarda oynayan çocuklar köylerden gelip parkta soluklanan insanlarla sohbet ede ede Mardin kapıya varıyoruz.Çocuklar küçücük yaşlarına rağmen pek süslü :)

























Ve yönümüzü Gazi köşküne çeviriyoruz. Yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşle Gazi (Semanoğlu) köşküne varıyoruz. Gazi köşküne giriş ücretli 1 TL.

Eski Mardin karayolu üzerinde bulunan Gazi köşkü 15’nci yüzyılda, Akkoyunlu mimari özellikleri dikkate alınarak yapılmış. Ulu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk 1917 yılında 2. Ordu Komutan vekilliği sırasında, burada konakladığı için, yapıya “Gazi Köşkü” ismi verilmiş.

2 katlı ve dikdörtgen planlı olup yapımında bazalt taşı ve beyaz kireç taşı kullanılmış. Alt kat bölümü çay odası olarak isimlendiriliyor ve bu odada selsebil, eyvan ve mutfak bulunuyor. Selsebilden akan su dikdörtgen bir havuza ve oradan da, kapalı bir kanalla avludaki büyük havuza dökülüyor.


Yapının ikinci katında Atatürk’ün özel eşyaları sergileniyor.



















Gazi köşkünün bahçeside çok geniş ve etrafta piknik yapılacak yerler ve cafe ve restaurantlar yer alıyor Bizde cafede oturup türk kahvelerimizi içiyoruz. 3 kahve ve 2 su için 17 TL ödüyoruz.


















Bir sonraki durağımız Erdebil köşkü; Erdebil köşkü Gazi köşkünün biraz aşağısında yaklaşık 10 dakika yürüme mesafesinde.

512 yılında, Akkoyunlular döneminde yapılmış. 3 katlı ve dikdörtgen bir plana sahipt ve kesme bazalt ve kalker taşı kullanılarak yapılmış. Zemin katında: eyvan, 1 oda ve mutfak bulunuyor. İkinci katta: 1 oda ve teras bulunuyor.Bahçesinde birde restaurant mevcut.

















Erdebil köşkünden aşağı inip hemen nerdeyse karşısında bulunan 10 gözlü köprüye gidiyoruz.

Kırklar dağı eteğinde; Dicle nehri üzerinde bulunan 10 gözlü köprü bir rivayete göre köprü 515 yılında yapılmış ve 742 yılında ise, Emevi Halifesi Hişam tarafından onarılmış. Ancak, köprünün güneybatı bölümünde bulunan kitabeye göre: köprü, 1065-1067 yılları arasında: Mervaniler tarafından yaptırılmış mimarı ise Ubeydoğlu Yusuf. Köprünün 10 gözlü olarak yapılmış olması, isminin de ongözlü köprü olmasına neden olmuş. Yapıda, kesme-bazalt taşı kullanılmış uzunluğu 178 metre.

Dicle ırmağı, Diyarbakırlılar için kutsal sayılmakta ve “Allah’a giden yol” olduğuna inanılmakta. Diyarbakırlı genç kızlar ve kadınlar her yıl Kurban Bayramı akşamı, Dicle köprüsü yani bu köprü üzerinde toplanır ve daha önce hazırladıkları, dileklerinin yazılı bulunduğu kağıtları, dualer ederek, nehre atarlarmış ve dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlarmış.




















Dicle Nehri kenarındaki Kırklar Dağının arkasında birde Kırklar dağı ziyareti var çocuğu olmayanlar buraya gelip dilek dilerlermiş. Biz gidemedik bir dahaki sefere inşallah.Anlatılanlara göre ; Süryani zengin bir ailenin hiç çocukları olmuyormuş.Kadın, Kırklar Ziyareti’ne gelip dilek dilemiş, adak adamış. Bir kızı doğmuş. Adını Suzi (Suzan) koymuşlar. Her yıl doğum gününde, annesi onu süsler, giydirir ve Kırklar’a götürerek, bir kurban kestirirmiş.Suzan böylesine bin nazlarla büyüyüp, güzel bir genç kız olmuş. Müslüman komşularının oğlu Adil’le, birbirlerine aşık olmuşlar. Yine bir doğum yıl dönümünde, annesi Suzi’yi, hizmetçilerle beraber kurbanını kesmek üzere, Kırklar Ziyareti’ne göndermiş.Arkalarından habersizce Adil de gelmiş. Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil’le beraber, dağın arkasına dolanmışlar ve orada sevişmişler. Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi’yi çarpmış. Kız On Gözlü Köprü’nün orada, Dicle’de boğularak ölmüş. Suzi’nin ölümünden sonra, Adil de aklını yitirmiş.Bunun benimde çok sevdiğim birde türküsü var.


Suzan Suzi türküsü
Kırklardağı'nın düzü
Ziyaret çarptı bizi
Kör olasın Suzan Suzi
Sular apardı bizi
Köprüaltı kapkara
Suzan gel beni ara
Saçlarıma kumlar doldu
Tarak getir sen tara






Foto ekle






Artık güneş batmak üzere bizde Mardin yolundan gelen minibüslere binerek Keçi burcuna gidiyoruz.
Acıktık ve bugünkü hedefimiz ise kibe mumbar yemek. Yönümüzü Paçacı Fazıl Usta’ya çeviriyoruz.
Adres: istasyon cad. Yapı kredi Bankası Karşısı no.14/C Yenişehir Tel: 0412 224 22 36

Detaylı bilgi için : http://www.pacacifazilusta.com/


Bir paça 2 karışık (kibe mumbar ve mumbar ) sipariş veriyoruz. Burası esnaf lokantası gibi hiç lüksü yok ama lezzete gelirsek kemikliden sonra Diyarbakırda yediğim ikinci en güzel lezzet diyebilirim. Paça öyle istanbulda suyun içinde yüzen iki tane et parçası değil su yok denecek kadar az ve etten görünmüyor tabak kibe ve mumbara ise söylenecek söz bulamıyorum gerçekten muhteşem. Hani parmaklarımı yedim denir ya ben gerçekten parmaklarımı yedim çünkü burda kibe mumbar elle yeniyor:) Yolunuz Diyarbakır’a düşerse mutlaka deneyin derim. Toplamda 49 TL hesap ödüyoruz.




















Gecenin sonu bütün gün sıcaktan bunalmışken tabiî ki dondurma ile yapılır deyip önce İsmail’in arkadaşı Serdar’ın Halı mağazasına gidiyor Serdar’ıda alıp Diclekent’teki Madoya gidiyor ve Dondurmalarımızı yiyor sohbet ediyoruz. Eve gelip yatıyoruz.

Bugün Diyarbakır’daki son günüm sabah 11:00 da kalkıp kahvaltı ediyoruz ve bu sefer minibüs kullanmadan sokakları geze geze yine Gazi caddesine gideceğiz.Yol üstünde Meyan kökü satıcısını görünce geldiğim günden beri deneyemediğim meyan kökü şerbetini denemek istiyorum. Meyenköküne burada ava sûse diyorlar. Akşamdan suya yatırılan meyankökleri sabaha kadar suyun içinde çözülüyor. Çözülen bu su daha sonra süzülüp içine buz atılıp iyice soğutulduktan sonra, sırta alınan bakırdan yapılmış bir tür güğümden bardaklara doldurulup veriliyor.Tadı tuhaf iki yudum alıp gerisini bırakıyorum. Fakat zaman geçtikçe ağızda tadı tatlılaşıyor. İçmesi zor ama tadı sonradan güzel:)















Hediyelikleri almayı bugüne bırakmıştım. Önce Bakırcılar çarşısına gidiyor kardeşlerim için has bakırdan tava (30 TL) cezve (30 TL) (hiç kahve yapmayı bilmeyen bile bu cezvede köpüklü kahve yapıyormuş dediler eee pazarlama taktiği  tabii ) alıyorum daha sonra kendim için daha önceden gözüme kestirdiğim şalları almak için ayakkabıcılar çarşısına gidiyoruz ve ve en sonundada gazi caddesine gelip çocukluğumda çok sevdiğim fakat artık İstanbul’da bulamadığım minik çekirdeklerden ve 5 gecedir bize sohbetlerimizde eşlik eden kavun çekirdeklerinden alıyorum. (bu minik çekirdeklerin kavrulmamışlarını İstanbulda papağan yemi olarak satıyorlar ama tazesini bulmak zor. ) ve son olarak Peynirciler çarşısına uğrayıp Diyarbakır’ın meşhur otlu ve tabak peynirlerinden alıyorum.

Eh alışveirşimiz bittiğine göre bir kahveyi hak ettik. Kendimizi Hasan Paşa Hanına atıyoruz üst katta daha önceden gördüğüm otantik döşenmiş minik odacıklardan birine atıyor ve son menengiç kahvemizi içiyor sohbet ediyoruz.



Akşam saat 19:10 da uçağım var ama bu şehirde tadı damağımda kalan kemikliyi bir kere daha yemeden gitmeye niyetim yok. Saat 16:00 da Şanlıurfa Kebap evine gidip kemikli yiyoruz. Bugün şanslıyım normalde saat 14:00 civarı tükenen kemikli hala var yaşasııın:)

Yemeğimizi yedikten sonra eve dönüyor ve bagajımı hazırlıyorum ve aşağı inip taksiye biniyor havaalanına gidiyoruz. Fiyatı 15 TL. İsmail ile Hatice’de beni uğurlamaya geliyor.

Artık ayrılma vakti en kısa sürede tekrar görüşmek üzere vedalaşıyoruz.

Diyarbakır’dan bana kalan;

Tadı damağımda kalan Şanlıurfa kebap evindeki kemikli, Fazıl usta’daki Kibe mumbar, Muhsine annenin yaptığı kengel, Mahabad’taki kahvaltı, Esma ocak evindeki Çilek şurubu, Eski Diyarbakır evlerinin güzelliği, çocukların paskalya çöreklerini paylaşmaları ve bize gösterdikleri ilgi, Surların ihtişamı ve ve ve tabiî ki İsmail ve Hatice ile geçirdiğimiz sohbet dolu saatler

Önce İsmail ve Hatice’ye, Bana bir günün ayıran Zelal’e, Tuzda Tavuk ve Kengel için İsmail’in anne ve babasına, bize arabasını tahsis eden Süleyman’a , Bizi Eğil’e götüren Özgür’e , teşekkürler






















6 yorum:

  1. Diyarbakıra henüz gitmedim. ama günbirlikte olsa gitmek istiyorum. lezzet duraklarını iyi anlatmıssın aklımda bulunsun gidersem :)

    YanıtlaSil
  2. Harika bir anlatim harika bir gezi rehberi👍👍👍👍

    YanıtlaSil
  3. tşkler artık oralar maalesef benim gezdiğim gibi kalmamış olsa da iyiki gitmişim dediğim bir yer

    YanıtlaSil
  4. Gerçekten güzel ve akıcı bir anlatım...Malesef ben de bir Diyarbakırlı olarak bu yazdıklarınızı hüzünlenerek okudum; çünkü arık eski güzellikleri bırakmadılar...

    YanıtlaSil
  5. Bende o günleri andıkça hüzünleniyorum gerçekten hiçbirşey kalmadı sanırım :(

    YanıtlaSil
  6. artık karta geçiyor diyarbakıra gelen herkesi oraya bekliyoruz :D :D

    YanıtlaSil