23 Mart 2014 Pazar

İSTANBUL'U YAŞAMAK İÇİN İSTANBUL'DA YAŞAMAYA VERİLEN BİR ARA DAHA EDİRNEKAPI-KARİYE-BALAT-FENER

İstanbul’da yaşamak değil, İstanbul’u yaşamak gerek diyerek bu günde düştük yollara.

Kıştan bahara geçeceğimiz bugünlerde havanın güzelliğini fırsat bilip hedefimizdeki diğer rotalardan birini gerçekleştirmeye karar veriyoruz. Saat 12:00 de Edirnekapı da buluşup Edirnekapı nın simgesi Sulukule ile başlıyoruz rotamıza.

Sulukule ismini İstanbul'da surların en alçak olduğu bölge olup Bayrampaşa Deresi'nin bu bölgede bulunmasından dolayı almış.

Sulukule'nin batısına denk gelen surlar, Bizans İmparatoru II. Theodosius tarafından MS 6. yüzyılın başında yaptırılmış. Bizans döneminde Hindistan'dan geldiği iddia edilen Romanlar, Ortodoks Kilisesi tarafından falcılık ve sihirbazlık gibi faaliyetlerle suçlanınca kara surlarının dışında yaşamaya zorlanmış.

1453'te İstanbul'un fethinden sonra şehri canlandırma amaçlı olarak, farklı bölgelerde yaşayanları İstanbul'a çekme politikası ile Romanlar davet edilince bir kısmı Ayvansaray' da Lonca mahallesine bir kısmı da Sulukule'ye yerleşmiştir. İstanbul'un fethinden sonra müslüman olan Romanlar dans ve müziğin yanı sıra kente pek çok yönden katkıda bulunmuş, sarayın mehter takımını kurmuş. Dönemin en iyi, en zengin katırcıları, sepetçileri, Sulukule’den çıkmış.

Sulukule’nin en görkemli yılları 1950 ile 1960’lı yıllar. Bu dönemde Sulukule’deki üç Eğlence Evi’ne ancak randevu ile gelmenin mümkün olduğu söyleniyor. Zeki Müren, Müzeyyen Senar gibi birçok ünlü ses sanatçısı eğlenmek amacıyla Sulukule’ye gelirken, bugünün popüler isimleri olan Hüsnü Şenlendirici, Adnan Şenses, Kibariye gibi isimler de Sulukule’de Eğlence Evleri’nde kendini yetiştirmiş.

Sulukule denince Türk filmlerindede sıkça işlenen yüzlerinden gülümseme eksik olmayan insanlar, hünerli ellerin çaldığı enstrumanlardan yükselen müziğe kıvrak danslarla eşlik eden kadınlar, dokuz sekizlik eğlenceli müzikler, sokakları dolduran çocukların kavga dövüş içinde duyulan sesleri, küçücük yaşlarına rağmen ellerinde enstrumanlar olan çocuklar, abe falına bakayım abla J diye kurulan cümleler gelirdi ilk önce akla. Bizde bu bölgeye gelmişken acaba eski halinden hiç eser varmıdır diye merak ettik ve o sokaklara bir uğrayalım dedik Ama maalesef artık bu bölgeye gittiğinizde sadece ve sadece lüks villalar ve inşaat alanı ile karşılaşıyorsunuz ha birde Mihrimah Sultan camii’ni fotoğraflamak için doğru açı yakalamışken fotoğraf çekmenize izin vermeyen anlayışsız güvenlik görevlileri ile karşılaşıyorsunuz.







Birkaç foto çekip Mihrimah Sultan Camii’ne geliyoruz.
Mihr-î-Mâh Sultan Camii İstanbul'un Karagümrük semtinin Edirnekapı bölümünde surların hemen yanında bulunan cami. Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan tarafından 1562-1565 yılları arasında yaptırılıyor. Mimar Sinan tarafından yapılan caminin dikdörtgen planlı caminin etrafında medrese, mektep, türbe, hamamları vardır. 37 m yükseklikteki kubbe üçer kemere yaslanır, yanlarda ikişer sütun, sağ ve solda 3 kubbe ve mahfelleri bulunur. Mihrap ve minber taş işçiliğiyle yapılmış.

Caminin büyük avlu kapısından dik merdivenlerle cami içine çıkıldığında sağ tarafta medreseler ve karşısında 7 kubbeli 8 mermer granit sütunlu son cemaat yeri vardır. Şadırvan bunların arasında bahçede, minaresi sağdadır. Hamam cadde kenarındadır. 1999 depreminde hasar gören caminin restorasyonu tamamlanmıştır.

MihrüMah Sultan camiiyle ilgili dilden dile dolaşan birde aşk hikayesi var

Mihrümah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'ın Hürrem Sultan'la olan efsane aşkının meyvesi. Topkapı Sarayı'nda 1522 yılında doğan Mihrümah'a, Farsça'da Güneş ile Ay anlamına gelen adını, babası Sultan Süleyman vermiş.

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi .onunla evlenmek ister. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır. Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir. Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.

Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.

Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.

21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür diye anlatılır.

Bu anlatılan hikayeyi doğrulayacak hiçbir kaynak bulunamamıştır. Bu hikaye Mimar Sinan hakkındaki en kapsamlı kaynak olarak bilinen "Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari Kültür" isimli kitabın yazarı Harvard Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Gülru Necipoğlu bu aşkın ilk kez Arthur Stratton isimli yazar tarafından dile getirildiğini belirterek, "Stratton, 1972 yılında Londra'da yayınladığı Mimar Sinan'ın biyografik romanında ikisi arasında bir aşk kurgusu yapmış demiş Yapılan bu kurgu dilden dile dolaşır olmuş.

Caminin içerisine giriyoruz bu cami şimdiye kadar gezdiğim camilerin içinde en aydınlık olanı. İçerisi bazı camilerimiz gibi rutubet kokmuyor ve insana farklı huzur veren bir yönü var. Dışarı çıkarken Hafızlık son sınıf öğrencisi ve aynı zamanda caminin güvenlik görevlisi ile sohbete dalıyoruz. Bu aşk hikayesinden bahsettiğimizde herkesin camiyi bu aşk hikayesi ile tanıdığını fakat yaptığı araştırmalarda böyle bir bilgiye rastlamadığını ve araştırma sonucu öğrendiklerini anlatıyor bize.

Kanuni Mihrimah’ı Rüstem Paşa ile evlendirme kararı alınca Mihrümah’a gelen hediyelerle Mihrimah sultan cami yaptırmak istemiş ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camiinin yapımına başlanmış. Daha sonra Edirnekapıdaki cami Üsküdar’ dakinin çok daha küçüğü olarak yapılmış diyor. Zaten Mihrümah Sultan bulunduğu dönemin en zengin kadınlarından biriymiş. Etrafımızda bir hareketlilik var soruyoruz nedir diye Peygamber efendimiz SAV’in bilmem kaçıncı kuşaktan torunu diyor. Arkalarından baka kalıyoruz.






Rotamız uzun sohbet güzel ama devam etmek zorundayız kendisine veda edip bir sonraki durağımız olan Kariye Müzesine geliyoruz.

Doğu Roma İmparatorluğu döneminde büyük bir yapı kompleksi olan Khora manastırının merkezini oluşturan ve İsa’ya adanmış olan bir kilise olan Kariye müzesine Konstantinos surlarının dışında kalması sebebiyle binaya Grekçe "Kırsal alan" ya da "Kent dışı" anlamına gelen "Khora" ismi uygun görülmüş.

6.yüzyılda İmparator Iustinianus (527-565) tarafından harabe halinde olan bir şapelin yerinde 536 yılında yeniden inşa ettirilmiş. Manoil Gedeon’un Bizans yortuları takviminin 229. sayfasındaki kanıtlanamayan bir iddiasına göre ise manastır, I. Iustinianus’un eşi Theodora’nın dayısı olan Theodoros tarafından 6.yy ’da inşasına başlanmış ancak daha bitirilemeden 6 Ekim 557 yılında olan depremle yıkılmış, bunun üzerine imparator daha büyük bir manastır inşa ettirmiş.Duvar tekniğinden 5. ve 6. yüzyıla ait olduğu anlaşılan bu alt yapının bir krypta olarak inşa edilmemiş olduğu, ancak daha sonraki dönemlerde ölülerin gömülmesi için kullanıldığı çıkan mezarlardan anlaşılmış.

Latin istilası (1204–1261) sırasında bu kilisede tahrip edilmiş, II. Andronikos (1282- 1328) döneminde Sarayın Hazine Nazırı Theodoros Metokhites (1313) tarafından onarılan kilisenin kuzeyine bir ek, batısına exonarteks ve güneyine şapel (Parekklesion) eklenmiş mozaik ve fresklerle bezenmiş. (Metokhites Parekklesion’u kendisi için inşa etmiş ve mezarı da kilisenin girişinde mermer Bir taşla belirlenmiş olan yerdeymiş..)

Yapının önemi, İmparatorluğun, Haliç kıyısında, surlara yakın bir yerde konumlanmış olan “Blackhernai Sarayı”na taşınmasıyla artmış.

Fatih Sultan Mehmet’in (1451-1481) 1453 yılında İstanbul’u fethi sırasında yapı, hiçbir zarar görmemiştir. Uzunca bir süre kilise olarak kullanılmaya devam etmiş olan Khora Manastırı Kilisesi, Sultan II. Beyazıd devrinde (1481–1512), Sadrazam Hadım Ali Paşa (Atik Ali Paşa) tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese eklemiştir. Türk devrinde, kilise dışındaki manastır yapıları zamanla yıkılarak kaybolmuş.

1948'den 1958'e kadar yapılan çalışmalar sonucunda tüm mozaik ve freskler ortaya çıkarılmış. Yapı 1948’den bu yana da “Kariye Müzesi” olarak hizmet veriyor. Fetihten sonra camiye sadece köşesindeki minare ve içerde güneydoğu köşesindeki mihrap eklenmiş ve orjinalliğinin korunmasına çalışılmış. Türkiye'deki eski kiliseler arasında, içinde en fazla mozaiğe sahip olanı.

Kariye Müzesi’nin içerisindeki freskler Hristiyan dünyası için büyük bir öneme sahip. Çünkü İsa’nın doğumuyla başlayan geleneksel hikaye yerine Meryem Ana’nın dünyaya gelişinden evlenmesine, Hz. İsa’nın doğumundan çarmıha gerilmesine kadar geçen çok önemli bir zaman dilimini anlatıyormuş.



PANTOKRATOR İSA FRESKİ Girişte ilk karşımıza çıkan mozaik iç narteks kapısı üzerindeki lunette yer almaktadır. Bu tasvirde İsa sol eli kutsal kitabı tutarken, sağ eli ile de takdis işareti yapmaktadır. Bu sahne “Kainatın Efendisi” görünümündeki İsa’nın yüceliğini ve tanrısallığını anlatmaktadır. İsa’nın başının iki yanında “Hazreti İsa , yaşamın mekanı” ve “Khora” yazılıdır. Bu yazı ile İsa’nın İncil’de belirtilen bir özelliği ile kilisenin adı birleştirilmiştir. Sanatçı ince bir uslupla işlediği bu sahnede İsa’nın yüzündeki kırmızılığı bile detaylandırmış, sağ kulağı yukarıda yapmış, bu sayede tasvire insani değerler katmıştır. Seçilmiş kişiler başlarında sadece bir hale ile betimlenirken İsa’nın halesinin içinde hep haç yer almaktadır.



KHALKE İSA’SI VE MERYEM ANA PANOSU İç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesi işlenmiş. Burada ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmiş. Bu sahne Büyük Sarayın giriş kapısındaki tunç kapı “Khalke Kapısı” üzerindeki sahne ile benzerliğinden dolayı bu isimle anılmış. Meryem’in eteğinin yanında Prens İsaak Komnenos, sağ tarafta ise rahibe kıyafetleri içinde prenses Maria Palaiologos diz çökmüş dua eder vaziyette tasvir edilmiş. Muhtemelen bu mozaik pano 12. yy. ve 14. yy’larda kiliseye hizmette bulunan, yapının tamirini yaptıran kişilere ait olmalıdır. İmparator VIII.Mikhael Palaiologos’un kızı olan Maria, 1265 yılında Moğol Hanı Hülagü’ye eş olarak Karakurum’a gönderilmiş, ancak Karakurum’a varamadan Hülagü Han ölmüş, Maria onun oğlu Abaka Han ile evlenmiş. Bu evlilik nedeniyle Moğolların Maria’sı diye anılmaktadır. Rahibe olduktan sonra Melane adını almış. Rahibe Melane'nin Fener'de adı ile anılan Kanlı kiliseyide gün içerisinde ziyaret edeceğiz.


Tüm mozaiklerle ilgili detaylı bilgi için http://kariye.muze.gov.tr/tr/muze/eserler adresini ziyaret edebilirsiniz. Tavsiyem müzeye gitmeden önce sayfadan bir kopya alıp orda mozaikleri incelerken bu detaylarıda gözlemlemeniz.

Ben araştırmayı müzeye gittikten sonra yaptığımdan aşağıdakileri gözlemleyemedim. Belki siz gözlemlersiniz.

1- Müzenin ‘Apsis’ denilen mekanının yan duvarında bulunan mermer plakada milyonlarca yıl önce yaşamış bir deniz canlısının fosili bulunuyor. Mermerde fosil oluşumu çok ender rastlanan bir olaymış.

2- Müzenin giriş kapısı altında duran dört yapraklı yonca biçimindeki mermeri mutlaka görün.

3-Birinci giriş holündeki düğün sahnesi mozaiğinde, güğüm taşıyan bir figürün üzerinde Arap rakamlarıyla yazılmış bir tarih göze çarpıyor. Bir Hıristiyan mabedinde rastlanan bu tarih, gizemini koruyormuş.

4- ‘Şapel’ bölümünde karşılıklı iki mozaikteki figürlerde siyah renk kullanılması araştırmacıları şaşırtıyormuş. Hıristiyan sanatında 16’ncı yüzyılda görülmeye başlanan siyah elbiseli figürler, 13’ncü yüzyıla dayanıyormuş.

Ziyaret Saat ve Günleri: Çarşamba hariç her gün 09.00-18.00 arasında açıktır.

Ücret: 15 TL Müzekart geçerli













Kariye müzesinden yukarı doğru çıkıp sağa dönüp yolu takip ettiğinizde Tekfur Sarayına ulaşıyorsunuz.

Ermenice bir sözcük olup, taç taşıyan anlamına gelen Tekfur kelimesi,Osmanlılar Bizans kalelerini almaya başladığında kale komutanına, daha sonra sınır kentleri alındığında, bölgenin yöneticisine denirmiş.

Edirnekapı ve Eğrikapı arasında, surların yanında bulunan Tekfur Sarayı’nın ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir bilgi mevcut değil. Bazı kaynaklarda 10. yy.da Bizans İmparatoru Porfirogenetos inşa ettirdiği ve yapının aslında mevcut diğer sarayın ilavesi olduğu yazılı. Bazı kaynaklarda ise 13 ve 14 yy.larda Blakhernai Sarayı’nın bir uzantısı olarak inşa edildiği yazıyor.

Roma ve erken devir Doğu Roma sarayları şehrin merkezinde Hipodrom civarında bulunurdu. 7. ve 8. yüzyıl'dan itibaren Haliç kıyılarından tepeye devam eden surlara bitişik bölümde, geniş bir alana yayılmış Blakhernai saray kompleksi, fethe kadar kullanıldı. Sarayın günümüze gelen tek pavyonu, surlara bitişik inşa edilmiş Tekfur sarayı.

Çatısı olmayan 3 katlı yapının önünde küçük bir avlunun bulunduğu renkli cephe, taş ve tuğla sıraları ile dekorlu ve pencere üstlerinde süs kemerleri sıralı.. Pavyonun giriş katı, şehir surlarına bitişik olup 4 büyük kemer avluya açılır. 18. yüzyılda bir süre çini atölyesi olarak kullanılmış.

Tekfur çinileri olarak adlandırılan eserler, İznik ten getirilen ustalar tarafından yapılmış. İstanbul un fethinden sonra, İznikli ustaları sayesinde, kısa bir süre de olsa tekrar popülerleşen saray, daha sonra camhane, ardından 19. yüzyılda Yahudiler'in ikamet ettiği barınak olarak kullanılmış ve 1865 yılında çıkan yangınla beraber ara katları çökerek kullanılmaz hale gelmiş.

Tekfur Sarayı nın zamanındaki ihtişamını anlamak için çinileri dışında sarayın ön cephesini süsleyen süs çömleklerinden bahsetmek de mümkün. Kırmızı tuğla ve beyaz taş kullanılarak yapılan bu çömlekler, iki farklı malzemenin bir arada kullanıldığı en güzel örneklerdenmiş. Daha çok Bulgaristan da, Balkan Yarımadası nda görülen bu süsleme sanatı Türkiye de sadece Tekfur Sarayı ve Saint Benoit Fransız Lisesi nin çan kulesinde görülebiliyormuş.

Tekfur Sarayı günümüze kadar ulaşan Kaşıkçı Elması’nın da bulunduğu yer aynı zamanda. Bu gün bu elmas dünyanın en pahalı elması olarak kayıtlara geçmiş. Elmasa henüz değer biçilememiştir. Blakernai Saray’larının 13. yüzyılda inşa edildiği bilinmektedir. Tekfur Sarayı ise bu sarayın hizmetçileri için inşa edilen bölüm olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde halen yapı içindeki arkeolojik kazılar devam etmektedir. Bu kazılarda bulunan çeşitli eserler İstanbul içindeki müzelerde sergilenmektedir.

Tekfur Sarayı Ayasofya Müze Müdürlüğü’nden alınacak izinle gezilebiliyor. Biz maalesef dışarıdan görüp fotoğraflarını çekmekle yetiniyoruz.





Tekfur sarayından aşağı sahile doğru inerken bir tabela çekiyor dikkatimi Molla aşk cafe. İsmi hiç yabancı değil bir ara bir arkadaşımla akşam çay içmeye gitmiştim sanki emin olmak için bir mola vermeye karar veriyor ve Molla Aşkı cafeye uğruyoruz. Bu kafenin speciali Molla çayı tarçınlı bir bitki çayı olan Molla çayından sipariş veriyoruz Fiyatı 3.5 TL. Haliçi tepeden gören manzarası hemen bitişiğindeki yeşillik alanda bulunan kümes içindeki Tavus Kuşunu yayılan kazları ve bir sütçü beygiri eşliğinde çayımızı yudumluyor biraz dinleniyoruz. Şimdiden uyarmalıyım etraf çok kalabalık olmamasına rağmen manzara güzel özellikle gece daha güzel ama servis çok yavaş utanmasam gidip kendim alacağım. Düşününki sipariş vermek için sorumlunun yanına ben gittim bizimle ilgilenirmisiniz diye:)





Yolumuza devam ediyor sahile inen yol üstünde Anemas Zindanlarına geliyoruz. Bugün şanssız günümüzdeyiz sanırım burasıda restorasyonda:(

Latince bükmek, kıvırmak anlamından gelen "Torture" (İşkence), insanlık tarihi kadar eski bir cezalandırma yöntemi. Tarihin akışı içinde çoğunlukla dine karşı olanlara, homoseksüellere, büyücülük yapanlara, vatana ihanet edenlere, yasak cinsel ilişki kurup, zina yapanlara karşı kullanılmış işkence. İşkence konusunda bilinen en eski kayıt, bir Mısırlı şaire ait. Şair, Ramses II.nin 1300 de kölelere ve Hititli istilacılara uyguladığı işkencelerden bahsetmekte.Anemas Zindanlarıda bu işkencelere şahit olmuş yerlerden biri L

Karagümrük sınırları içinde bulunan Anemas Zindanları, Bizans döneminin en büyük saray komplekslerinden biri. Blakhernai Sarayı'nın bir parçası olan Anemas Zindanları, Haliç'e yakın eski sur duvarlarına bitişik olarak inşa edilmiş 14 hücre odasından ve bu odaların altındaki iki katlı bodrumdan oluşur.

Bizans'tan günümüze ayakta kalan tek yeraltı zindanı olan, tarihi ve mimari özellikleriyle dünyada başka benzeri bulunmayan Anemas Zindanları, adını Arap asıllı bir Bizans askeri olan “Mikhael Anemas'tan alıyor. 1107 yılında İmparator Aleksios'a karşı suikast girişimi tasarlarken yakalanan Anemas, suçunun cezasını zindandaki bir kuleye hapsedilerek çekmiş, gözlerine mil çekilip kör edilmesini imparatorun kızı Anna engellemiş.

Anemas'ın ardından İmparator I. Kommenos, İmparator Isaakios ve oğlu Aleksios, veliaht Andronikos Palaiologos ile Sultan I. Murad'ın oğlu Savcı Bey gibi birçok ünlü kişinin de tutuklu kaldığı zindanın fetihten sonra ne amaçla kullanıldığı bilinmiyor. Yüksek mevkilerde bulunanlara mahsus bir çeşit devlet hapishanesi olan Anemas Zindanı ve Kulesi, Latin işgali 1261'de bittikten sonra da bu işlemi sürdürmüştür. İmparator 5. Ioannes Palaiologos'un oğlu Andronikos da I. Murat'ın oğlu Sara Bey ile 1374'de babalarına karşı bir ayaklanma düzenlediklerinde yakalanmışlar ve Andranikos, Anemas Zindanına kapatılmıştır. Fakat 1376'da buradan kaçarak, babası ve kardeşi Maunel'i aynı yere hapsettirmiştir.

Blakhernai Sarayı'na ait oldukları anlaşılan mahzenler ve kuleler genişçe bir kompleks oluşturur. Üstünde 16. yüzyıl sonlarında inşa edilen İvaz Efendi Camii'nin bulunduğu terasın önünde bulunan bitişik kulelerden birine Anemas, diğerine İsaakray Angelas Kulesi denilir. Son yıllarda, Anemas Zindanı denilen tonozlu hücreler, tarihi filmler için plato olmuş. (Kahpe Bizans, Şahmaran, Kara Murat filimlerinin bazı sahneleri burda çekilmiş) Maalesef fotoğraf ekleyemiyoruz :(

Anemas zindanlarından aşağı sahile iniyor sahile paralel bir arka caddeden yolumuza Balat sokaklarında turlayarak devam ediyoruz.

Balat İstanbul'un Fatih ilçesinde Haliç kıyısında Ayvansaray ile Fener arasında bir semttir. Balat adı, muhtemelen "Palation" (saray) kelimesinin bozulmuş şekli ve surlardaki Blaherna Sarayı'na yakınlığından ötürü semt bu adla tanınmış.

İstanbul tarihinde Balat'ın özel önemi, İspanya'dan gelen Yahudilerin buraya yerleştirilmesi ve yakın zamanlara kadar buranın başlıca Yahudi mahallesi olarak varlığını sürdürmesidir. Ayrıca Yahudilerin Balat çevresine yerleşmeleri Gürcistan Yahudilerini de bu bölgeye çekmiş. İspanya'da Engizisyon'dan kaçan Sefardim kolundan Yahudiler II. Bayezid'in davetiyle İstanbul'a gelmişler.

15. yüzyıldan itibaren İstanbul'un Musevi toplumu Balat'ta ve Haliç'in karşısında Hasköy'de oturmuş. Yahudi evlerinden günümüze kalan örnekler mahallenin içlerine doğru çoğalır. Bunlar genellikle üç katlı, dar ön yüzlü, ikinci ve üçüncü katlarında cumba gibi çıkmaları olan binalar.


Balat Yahudileri 1950'lerden itibaren İsrail'e göçmüşler. Kalanlar da şehrin başka semtlerine taşındıklarından Balat'ta çok az sayıda Yahudi kalmış.

Ayvansaray caddesinin paralel arkada caddesinden devam ediyor küçük bir semt pazarı olup Pazar günleri kuruluyor. Pazarda daha önce görmediğim sebze ve meyveler çekiyor, ekmekler, organik tavuklar yok yok yani :)

Yolumuza devam ediyor Kızıl Mektebe doğru yönümüzü çeviriyoruz. Kızıl mektebe gelmeden önce özel günlerde ziyaret edilebilen Ahrida Sinagogu acaba açıkmıdır diye bakarken hemen karşısında bir tabela çekiyor dikkatimi deliler, abdallar, meczuplar,aşıklar kahvehanesi Derviş Baba. İlginç geliyor tabelası kadar dekorasyonuda ilgimi çekiyor. Tavanları ve duvarları çeşitli bölgelerden gelme objelerle dolu rengarenk küçücük bir mekan burası. Hemen içeri dalıyorum bir kolaçan edeyim bakayım. Birde espri patlatıyorum bir aşık birde aşık olmayan mekana bakalım dedik deyip arkadaşıma taş atıyorum. Ben mekanı incelerken mekanın sahibi lafa giriyor ve her bir objenin eşleri tarafından kendine hediye edilen objeler olduğunu yedi ayrı eşi tarafından verilen hediyeler olduğunu söylüyor menü dikkatimi çekiyor isimler ilginç geliyor aşk çayı, murad çayı, sultan çayı falan. Arkadaşıma bir aşk çayı banada murad çayını öneriyor merak ediyorum. Hiç niyetimiz olmamasına rağmen oturuyoruz. Benim çayımı kendisi hazırlıyor J Murad’ın olsun diyor. Çaylarımız geliyor 5 dk kadar demlenmesini bekliyoruz. Aşk çayı yoğun kuşburnu tadı veren bir çay, Murad çayı ise yoğun elma tadı bırakıyor damakta. Çaylarımızı içip hesabımızı ödüyoruz. Aşk çayı 15 TL Murad çayı 10 TL. Eeeeee aşk her alanda olduğu gibi çaydada yük getiriyor :)




Yol üstünde eski agora meyhanesi çıkıyor karşımıza akşam belki geliriz deyip dolumuza devam ediyoruz. Sağlı sollu antikacılar, kafeler var güzel bir cadde burası arada gelinip tarihin demlenmiş kokusunda kaybolunabilinir.

Kızıl Mektebe gelirken Balat ara sokaklarında oynayan çocuklara denk geliyoruz artık etrafımda pek görmediğim bana çocukluğumu hatırlatan oyunlar oynuyorlar. İp yok mu ip diyorum biri koşuyor hemen evden ip getiriyor , çeviriyorlar atlıyorum ohhh çocukluğumada geri döndüm JÇocuklara veda ediyor ve sancaktar yokuşundan çıkıp Kızıl Mektebin önüne geliyoruz.


Fener Rum Erkek Lisesi (Günümüzdeki adı: Özel Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu) diğer adıyla Kırmızı mektep , İstanbul Fener’de, İstanbul'da faaliyet gösteren çok az sayıda kalmış Rum eğitim kurumlarından biri. İstanbul'un en güzel yerlerinden birinde yer alan okul, gerek mimari yapısı gerekse tarihsel değeri ile İstanbul’un en görkemli binalarından biri.

İstanbul´un fethinden sonra Bizans´ın yönetici sınıfı ve tüccarları kenti terk ederek Ege adaları, İtalya ve Fransa´ya sığınmış. Fatih Sultan Mehmet, 1454´te, tüm İstanbullu Ortodoksları kente geri çağırmış Bu çağrısını bir fermanla resmileştiren Fatih, Ortodokslar´ın kendi dillerinde eğitim yapabileceklerini, patrikhanelerini yeniden ihya edebilecekleri ve tüm ibadetlerinin eskiden olduğu gibi serbestçe yerine getirebileceklerini bildirmiş.. Bunun üzerine İstanbul´dan ayrılmış olan eski Bizanslılar gruplar halinde kente geri dönmüş.

Fener Rum Lisesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir yanından gelen Ortodokslara iyi bir eğitim vermek amacıyla önemli çalışmalar yapmış. Okul, burada yaşayan Rum azınlığın manevi ve kültürel merkezi olmuş, adı da “Osmanlı İmparatorluğu’nun İlk Edebiyat Akademisi” olarak değiştirilmiş. Nitekim okuldan mezun olan kişiler Rum ve Osmanlı toplumunda üst düzey yöneticilik başta olmak üzere bir çok aktif görevde bulunmuş. Divan tercümanlığı başta olmak üzere Eflak, Boğdan gibi bölgelerin yöneticileri, patrikler ve yüksek seviyedeki din görevlileri Fener mezunlarından seçilmekteymiş.

Patrikhanenin arkasında, Sancaktar Yokuşu’nda bulunan okul, Fransa’dan getirtilen kırmızı tuğlalardan yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Okul” diye de anılmakta. Haliç'in her iki tarafından da görülebilen okul, kırmızı rengi ve kubbeli mimari yapısı ile hemen göze çarpıyor.

Lise yüzlerce yıllık tarihi içerisinde birçok isimle adlandırılmıştır. “Patrikhane Akademisi”, “Büyük Rum Halkının Müzesi”, “Şehirlerin Kraliçesinin Müzesi”, “Kırmızı Okul”, “Mektebi Kebir”, “Birinci Akademi”, “Kuru Çeşme Rum Halkı Müzesi” bunlardan bazıları.

Fener Rum Lisesi’nin bugün içerisinde bulunduğu görkemli kırmızı yapı ise 1881 yılında yapılmaya başlanmış 1883 yılında tamamlanmış. Patrik olarak III. İoakim’in görev yaptığı bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ki zengin Rumların bağışlarıyla kubbe kısmında yazdığı gibi İstanbul’un beşinci tepesi üzerine Avrupa’da da birçok şato yapan meşhur mimar Konstandin Dimadis tarafından inşa edilmiş. Okulun arsası Moldovya Prensi olup bu okuldan mezun olan ve dönemin tanınmış karakterlerinden şair, yazar, tarihçi Dimitri Kantemir’e ait. Kuş bakışı bakıldığında kartala benzeyen bina taştan yapılmış olup dış cephesi Marsilya kırmızı tuğlasından ve granit taşından mamuldür Binanın yapım masrafı 17.210 altın lira tutmuş.

Detaylı bilgi için http://www.fenerrumlisesi.k12.tr/mimari.aspx adresini ziyaret edebilirsiniz.





Kızıl Mektebin içine ziyaretçi almadıkları için dışarıdan fotoğraf çekip yolumuza devam ediyor yokuştan aşağı iner inmez solda bulunan merdivenlerden yukarı tırmanıp Moğollar Meryemi Kilisesi (Kanlı Kilise) ye gidiyoruz. Şansımıza burasıda kapalı.

Bizans döneminden günümüze kadar ayakta kalan ve hala kilise olarak korunan kubbeli tek kilise. Fatih Sultan Mehmet'in özel fermanıyla camiye çevrilmeyen tek kilise olmasıda diğer bir özelliği. Buraya ilk olarak 7. yüzyılın başlarında, Bizans imparatoru Maurikios'un kızı prenses Sopatra ve arkadaşı Eustolia tarafından İstanbul'un beşinci tepesinde bir manastır inşa ettirmiş,dördüncü Haçlı Seferinin ardından kurulan Latin İmparatorluğu sırasında manastır yıkılmış. 1261'de şehir Bizanslılar tarafından tekrar ele geçirilmiş İsaakios Doukas aynı yerde tek katlı basit bir manastır yaptırmış. Kiliseye Moğolların Meryemi denmesinin birde hikayesi var.

Bizans İmparatoru VIII. Mikail Palaiologos, Latin İşgali sonrası 1264‘te gayrımeşru kızı Maria Despina’yı Moğollarla iyi geçinebilmek için İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han’la evlendirmek istemiş. Maria çeyizi ile İstanbul’dan yola çıkmış ama yol uzun ve şartlar çetinmiş. Aylar süren yolculuktan sonra gelin ulaşmış fakat damat adayı Hülagü Han müstakbel eşi Maria kendisine ulaşamadan ölmüş. Moğollar töre gereği gelin adayını ölen damadın oğlu Abaka Han’la evlendirmiş. Damat Şaman’mış. Gelinse dindar bir Hıristiyan. Gelinin din değiştirmesi istenmemiş. Maria, Hıristiyan olarak yaşamına devam etmiş. Bir süre sonra Abaka Han, kardeşi Ahmet tarafından öldürülmüş, Maria da Konstantinopolis’e geri gönderilmiş. Maria İstanbul’a döndüğünde bu manastırda rahibe olarak yaşamaya başlamış.

Kanlı kilise olarak anılmasınında iki hikayesi var.

İlk hikayeye göre ; İstanbul müslümanlar tarafından ele geçirildikten sonra, devam eden üç günlük yağma sırasında özellikle Fener bölgesinde çok şiddetli çatışmaların yaşandığı rivayet ediliyor. İstanbul'un en dik yokuşu sayılan bu kilisenin civarında oluk oluk akan Ortodoks kanı Haliç'e karışmış ve bu nedenle kilisenin bir diğer ismi Kanlı Kilise olarak kalmış.

İkinci hikaye ise; bu bölgede Fetih sırasında bin kadar Türk askeri özel muhafızlar tarafıdan pusuya düşürülmüş ve şehit edilmiş bundan dolayıda bu kiliseye kanlı kilise adı verilmiş.

Birkaç fotoğraf çekip bu sefer yönümüzü Rum Ortodosk Patrikhanesi ve aynı yerde bulunan Aya yorgi Kilisesine çeviriyoruz.. Patrikhane’de kapalı. Bugün şansımız hep kapalı yerleden geçiyor ama Aya yorgi kilisesi açık içeri giriyoruz ayin var bir süre oturup ayini izliyor sonra ayin dinleyen birkaç kişiyi rahatsız etmeyeyecek şekilde kiliseyi geziyoruz birkaç fotoğraf çekiyoruz.


Katolikler için Papa neyse, Ortodoks alemi içinde İstanbul’daki Patrik odur. Yani Patrikhane Ortodoksların Vatikanı.

Patrik, Grekçe “Pater” den geliyor. İngilizce Father, Fransızca Le Pere gibi “baba “ anlamında

Patriklik M.S 34'te kurulmuş ve 325'e kadar bugünkü Gümüşhane'de gizli bir kilisede çalışmış. M.S 313'de Hıristiyanlık yasak din olmaktan çıkınca Patriklik İstanbul’da Galata'ya taşınmış. Patriklik M.S. 330-360 arasında Aya İrini Kilisesi'nin eski binasında faaliyet göstermiş. M.S 360'da eski Ayasofya'ya taşınmış , 537'de de yeni Ayasofya'ya taşınmış . 1204'te İstanbul Haçlılar tarafından fethedilince İznik'e sığınmış. 1261'e kadarda İznikte kalmış 1261 de İstanbul'a dönüp 1453'e kadar Ayasofya'da kalmış. Patrikhane daha sonra sırasıyla Oniki Havariler Manastırı (Fatih Camii'nin yeri), Çarşamba'da Pammakaristos Meryem Ana Manastırı, Fener'deki Meryem Ana Kilisesi ve Ayios Dimitrios kiliselerinde görev yapmış .

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Constantinopolis Patriği seçilen Gennadios’a patriğin görev ve yetkilerini gösteren ve Patrikhane’ye bazı ayrıcalıklar tanıyan bir ferman çıkarmış.

Fatih’ten sonra da Osmanlı hükümdarlarının Patrikhane’ye verilen imtiyazlar veren fermanlar vermesi gelenek haline gelmiş. 1862 yılında Osmanlı Hükümdarı’nın emri ile, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin Osmanlı Devleti içindeki konumunu belirleyen bir Nizamname hazırlanmış.Cumhuriyet döneminde Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin etkinlik alanı da dini konularla sınırlandırılmış.

Rum Ortodoks Patrikhanesi Haliç kıyısında, Fener de Sadrazam Ali paşa caddesinde bulunuyor. 1821'deki Yunan ihtilali sırasında Mora isyanını desteklediği gerekçesiyle II. Mahmud, Patrik Grigorios'u Patrikhane'nin ana giriş kapısında idam ettirmiş. İşte bu nedenle Patrikhane'nin önünden geçen yola bu sadrazamın adı verilmiş.

İçerisinde Aya Yorgi (Ayios Yeorgios) Kilisesi, Patriklik binası, kütüphane ve Ayios Haralambos Ayazması da yer alıyor.

Patrikhane, şimdiki yeri olan Ayios Yeoryios Manastırı'na 1602'de yerleşmiş ve günümüze kadar gelmiş. Patriklik ibadethanesi olarak kullanılan Aya Yorgi Kilisesi, 12'nci yüzyılda inşa edilmiş. 1601'e kadar kadınlar manastırı olarak kullanılmış. Kilise Patrikhane'nin taşınmasıyla erkekler manastırına çevrilerek hizmet vermeye başlamış.

Burada saklanan Hıristiyanlığın kutsal emanetleri arasında Hz. İsa'nın Kudüs'te zincirlenerek kırbaçlandığı taş da yer alıyormuş.

Biri gümüş olmak üzere üç azizenin tabutu bulunuyor. Bunlar Azize Eufemia, Teofano ve Solomoni’ye aittir..

Patrik'in oturduğu taht 5. yüzyıldan kalma.

Kilise'nin ana ibadet mekanı; 12 havariyi ifade eden 12 sütun üzerine inşa edilmiş bu sütunların üzerine 12 havarinin tasvirleri yapılmış.

Kilisenin kuzeybatısında yapıya bitişik olarak inşa edilmiş mekânda, Ortodoks ayinlerinde kullanılan mür yağı üretiliyormuş.

Ana kapı, 1821 yılındaki Mora İsyanı'nı desteklediği gerekçesiyle idam edilen Patrik V. Grigorios ve üç metropolitin burada idam edilmesi anısına kapalı tutuluyor.

Patrikhane'de dünyanın en önemli arşivlerinden birine sahip olan bir kütüphane bulunuyor. El yazması eserler, padişah fermanları, minyatür, resim, gravür, fotoğraf gibi eserler bu kütüphanede.

Kilisede 4 kişi falan var normal zamanlarda turistik ziyaretler hariç çok kalabalık olmuyormuş fakat paskalya zamanı çok fazla insan ziyarete geliyormuş.

Rumların 40 günlük Paskalya orucunun başlangıcı Tessarakosti . İlk gün hiçbir şey yemeden ve içmeden oruç tutuluyor. Bunu izleyen 5 hafta boyunca, hayvansal gıda içermeyen yemekler yeniliyor. Orucun son haftasında sadece suda haşlama sebze ve özellikle, Meryem'in gözyaşlarını temsil ettiği varsayılan mercimek yeniliyor. Paskalya gününde, "Mağiriça" denen, içinde her türlü sakatatın bulunduğu bir çorba yapılıyor. Ayrıca sene boyunca özellikle manastırlarda, İsa'nın tutuklandığı gün sayılan çarşamba ve İsa'nın can verdiği günü temsil eden cuma günlerinde kırmızı et yemekten kaçınılıyor. Büyük perhiz denilen bu 40 günlük oruçtan sonra Paskalya geliyor.

Paskalya haftası, İsa Peygamber'in çarmıha gerilişi ve ölümü haftası. Hazreti İsa çarmıha gerildikten sonra bir taş lahit içine gömülüyor. Lahitin başına askerler dikiliyor. Gömüldüğünün üçüncü günü İsa yeniden dirilip, göğe yükseliyor. İşte Paskalya'da kutlanan, İsa'nın dirilişi. Batı kiliselerinde Paskalya, ilkbahar gündönümünde (21 Mart) ya da o günün ertesinde dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günü kutlanıyor. Ortodoks kilisesinde ise yortu tarihleri Jülyen takvime göre belirlendiği için bazen Batı'daki takvimle çakışmakla birlikte, dört ya da beş hafta sonraya da rastlayabiliyormuş.

Rumlar, İsa'nın çarmıhta can verdiği Cuma günü perhiz yapıyor, et ve hayvansal gıda yemiyor. Cumartesi gecesine dek yas tutuluyor cumartesiyi pazara bağlayan gece yarısı göğe uçtuğuna inanıldığından Cumartesi gecesi cemaat kiliseleri dolduruyor ve tam saat 24.00'te Patrikhane'deki tüm ışıklar söndürülüyor Temlo'nun üstündeki büyük kandil ağır ağır aşağı iniyor ve inananlar mumlarını bu kandilden ya da bu kandilin aleviyle yanan diğer mumlardan yakıyor. Bu mumlar elden ele dolaşıyor ve mumu hiç söndürmeden eve götürmenin şans getireceğine inanılıyor. Gece yarısından sonra eve dönüldüğünde kırmızı yumurta tokuşturuluyor. Kırmızı yumurta yeniden doğuşu simgeliyor. Paskalya pazar günü. Öğle yemeği için zengin bir sofra kuruluyor ,saç örgüsü biçiminde yapılan Paskalya çöreği ise günün vazgeçilmez yiyeceğiymiş.

360 derece kiliseyi gezmek için http://www.360tr.com/patrikhane/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

Ve son durağımız olan sahildeki Sveti Stefan Bulgar Ortodoks kilisesine gidiyoruz.

Kurulma hikayesi enteresan, hakkında pek çok rivayet veya öykü kulaktan kulağa oluşmuş. Lakabı da pek çok, demir kilise -seyyar kilise- yap/boz kilise, prefabrik kilise

Bu yapının; en önemli tarihi özelliklerinden biri, İstanbul’un fethi ile beraber Fatih Sultan Mehmet’in koyduğu Yahudi yada Hıristiyan dini yapılarının inşa edilmesi yasağına rağmen yapılan ilk dini yapı olması, bir başka özelliği iseTürkiyede yapılan ilk prefabrik yapı olması.

Önceleri Fener patrikhanesine bağlı olan Bulgar Cemati Rumca yapılan ayinleri anlamadıklarını ve kendi dillerinde ibadet etmek istediklerini öne sürerek 1858 yılında Osmanlı Hükümetinden izin alınca, Bulgar Hükümeti tarafından 1889 yılında bir Osmanlı Ermenisi olan Mimar Hovsep Aznavur’a kilisenin mimari planlarının hazırlanması için görev verilmiş.

1892 yılında Aznavur’un projesi esas alınarak yapının mühendislik projelerini hazırlayacak ve uygulamayı gerçekleştirecek firma bir yarışma sonucunda belirlenerek iş Avusturya Viyana’daki R.Ph.Waagner firmasına verilmiş, demir(dökme) ve çelikten oluşan yapı Viyana’da üretilmiş ve bir iddia deniz yolu ile Trieste ve Adriyatik üzerinden, bir başka iddia ise Tuna Nehri ve Karadeniz Yolu ile İstanbul’a gönderilmiş.15 teknisyen tarafından montajı 7 ayda 1896 yazında tamamlanmış.

Detaylı bilgi için http://www.svstefan.com/about adresini ziyaret edebilirsiniz.

Kilisenin 360 derece panoramik görüntüsü için http://www.panoramikistanbul.com/bulgar-kilisesithe-st-stephen-church.html adresini ziyaret edebilirsiniz.

Kilise tadilatta olduğu için içini maalesef bu panoramik görüntüden görerek ve dışarıdan birkaç fotoğrafını çekerek rotamızı tamamlıyoruz.



Artık hava kararıyor bizde iyice acıktık. Balat’ta oturan Uğur arkadaşım daha önce burada çok meşhur ve işkembesi çok güzel olan bir yerden bahsetmişti fakat ismini hatırlamıyordum birkaç esnafa sorarak mekanı buluyoruz. Fetih işkembe Salonu.

Mekan 1973 yılında (benimle yaşıtmış ) Hacı Ahmet Çelik tarafından kurulmuş. (soyadımızda tutuyor bir akrabalık mı var ? yemekler beni çekti derken kan mı çekti acaba J)

Dışarıdan görüntüsü basit bir esnaf lokantası, hatta önünden geçerken acaba o meşhur yer burasımı bi önünden geçelim beğenmezsek girmeyiz diyorum ama içerisi nispeten yoğun methinide çok duyduğum için yemeği burada yeme kararı alıyoruz. İyikide girmişiz. Foursquare’ deki yorumlara bakıyorum herkes kokoreç,işkembe ve ciğer öneriyor. Arkadaşımla bizde bu üçlüye karar veriyor ve siparişimizi veriyoruz. Servis hızlı, personel güler yüzlü, mekan esnaf lokantası gibi görünsede temiz, duvarlarda çiniler beğeniyorum mekanı, önce işkeme çorbamız geliyor. Benim damak tadıma uygun beğeniyorum, ciğer sade kızartılmış ve soğuk ciğer benim pek damak tadıma uymuyor ama tadı kötü değil ama olmazsa olmazım olamaz, ama gel gelelimki gelen kokoreç benim favorim işte bu oldu. Bu güne kadar yediğim ikinci en güzel kokoreç. Birini Fethiye’de yemiştim diğeri bu. Şiddetle tavsiye ediyorum. Kokoreç’in bazı kokoreççilerde yediğiniz zaman acı bir tadı vardır bunda kesinlikle yok yada bazı kokoreççilerde kokoreç yerine içine katılan domates sosu çok yoğunluktadır kokoreç yediğinizi bile anlamazsınız. Ben buradaki kokoreçi yediğim zaman işte bu dedim. Ne domates tadı, ne acılık hiçbirşey yok. Süper süper süper. Sonunda gelen ikram tabağıda çok ince düşünülmüş, ıslak mendil, karanfil ve sakızdan oluşuyor. Ödediğim toplam hesap ise 35 TL . Bakıyorum 30 Tl hesap almışlar eksik almışsınız diyorum abla sizden kısmetimiz bu kadarmış diyorlar İşte gerçek esnaf J üstüne bahşişide hak etti J

Adres:Leblebiciler Sok. No:14 Balatkarabaş Mah. Fatih – İstanbul
Tel: 0212 5313740




Günden bana kalan

Mihrimah Sultan Camii’nin huzuru

Kariye müzesinin şimdiye kadar gördüklerimin en iyisi olan muhteşem freskleri

Fetih İşkembe Salonunda yediğim tadı damağımda kokoreç ve işkembe çorbası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder