Yıllık izinlerde sürekli plan yapıp yurtdışı gezileri yapıyorum. Şu ana kadar yaptığım yaklaşık 40’a yakın şehir gezilerinde hep gezilecek yerler araştırılır ve görülebilecek maksimum yerler görülür. Bu gezilerde farkettimki aslında sunacak çokta fazla sanatsal ve tarihi yapıları olmamasına karşın özellikle Avrupa’da küçücük fırsatlar bile değerlendirilmiş bir binada bulunan 2 adet basit oymalı direk bile bize en az 2-3 € değerle pazarlanır olmuş.
Bu yıl yaptığım 25 gün İspanya-Portekiz gezisinde aldığım bir karar ile her ne kadar en önemlilerini daha önceden gezmiş olsamda İstanbul’u baştan başa gezme kararı aldım. Bizim kültürümüz o kadar zenginki!
"Ya ben İstanbulu fethederim, ya da İstanbul beni…" demiş Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u Fatih gibi fethetmemiz mümkün değil ama belki adımlayarak fethedebiliriz diye düşündük ve benimle aynı fikirde olan aynı zamanda bir blog sahibi gezgin başka bir arkadaşımla bulduğumuz en ufak fırsatı değerlendirerek İstanbul’u baştan başa gezme programları yapmaya başladık ve ilk rota olarak Cankurtaran rotasıyla başlama kararı aldık.
Eminönü İlçesine bağlı olan Cankurtaran İstanbul’un en eski semtlerinden biri. Ahırkapı, Kumkapı ve Marmara Denizi tarafından çevreleniyor. Bir rivayete göre adı, Boğaziçi girişinde, akıntı bulunan bölgede kazaya uğrayan teknelerdeki denizcileri ve yolcuları kurtarmak için kurulan cankurtaran (tahlisiye) istasyonlarından birisinin burada yer almasından geliyor.
Cankurtaran adı ile ilgili anlatılan bir hikaye daha var; Ni’me’l-Ceyş’ten Seyyid Hasan Ağa Bizanslılarla bir çatışma sırasında şehit düşmüş. Yiğit ve korkusuz bir kişi olduğu için ismine Cankurtaran lakabı eklenmiş ve mahalle Cankurtaran Seyyid Hasan ismiyle anılmış.
Başka bir rivayete göre ise İstanbul’un fethi sırasında çok can kurtarmış olan Fatih Sultan Mehmet’in topçu başı olan Seyyit Hasan Ağa’nın lakabından almış.
Pazar sabah arkadaşımın önerisi ile Taksim’de buluşup The Junction isimli restaurantta kahvaltı ile başlıyoruz rotamıza. The junction Asmalı Mescit girişinde Tüyap otoparkının karşı çaprazında günün 24 saati hizmet veren bir restaurant. Kahvaltısı açık büfe özellikle peynir çeşitleri, poğaça ve ekmek çeşitleri ve tazecik minicik salatalıkları muhteşem. Duvarlarında sinema filmlerinden fotoğrafları, loş ışıklandırması, koltukların arkasındak şarj için çok kullanışlı prizleri, sakin müzikleri ile göz zevkime ve ruhuma hitap eden bir mekan, Cumhur bey’in güzleryüzlü hizmetide cabası ben huzur buldum ve keyif aldım. Kesinlikle tavsiye ederim. Kahvaltısı açık büfe ve fiyatı 21 TL. Menüsünde makarnadan ızgara et ve Tavuğa salataya kadar hemen hemen her şey mevcut ve fiyatları makul. Mekanda akşam saati DJ performansıda mevcut. Detaylı bilgi için http://www.thejunction.com.tr adresini ziyaret edebilirsiniz.
Müze kart ile Turizm bakanlığına bağlı 300 kadar müzeyi ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz ve aldığınız kart 1 yıl süre ile geçerli. Müzekartı büyük müzelerin birçoğundan nüfus kağıdınızı vererek çıkarttırabiliyorsunuz. Fiyatı 30 TL
Detaylı bilgi için http://www.muzekart.com/tr adresini ziyaret edebilirsiniz.
Müzekart işimizi hallettikten sonra rotamızın ilk durağı Yeşil ev. Reji Nazırı Şükrü Bey’e ait olan konak, İstanbul’daki nadir 19.yüzyıl sonu yapılarından biri. Ayasofya’nın hemen karşısına bir hapishane inşa edilmek istenmesi ile bu bölge elli – altmış yıl içerisinde önemini kaybetmeye başlamış. Hapishaneden bir anlamda korunmak amacıyla konağın arkasındaki geniş bahçenin karşısına, bir duvar örülmüş. Bu olaydan sonra, yani 1910’lardan 1970’lere kadar konakta alışılagelmiş hayat devam etmiş ancak mülk sahibinin ölümüyle, ihtişamlı konak ihmalkarlıktan yavaş yavaş harap olmaya bırakılmış.1977’de satışa çıkarılan konağı Turing almış ve aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş ve içi 19. yüzyıl tarzında dekore ediliyor. 1984’den bu yana otel olarak hizmet veriyor.
Detaylı bilgi için http://www.yesilev.com.tr/en/ adresini ziyaret edebilirsiniz.
Günümüzde Four Seasons otel olarak kullanılan yapı Mimar Vedat Tek tarafından 1919 yılında inşa edilmiş ve 1980’li yıllara kadar cezaevi olarak kullanılmış. Bir iç avluyu doğu batı yönünde kuşatan iki ana yapıdan oluşan bina bodrum katlar üzerine oturuyor ve kısmen tek, kısmen de iki katlı bir görünüm alıyor. Binanın batı kanadının güney ucuna, 1788 yılında yaptırılan Nakşidil Sultan Çeşmesi yerleştirilmiş. Bin kişilik kapasiteye sahip cezaevinin dış cephesinde oldukça fazla sayıda çini kullanılmış ve çiniler dönemin çini ustası Kütahyalı Hafız Mehmed Emin tarafından yapılmış. Bina 1996 yılında restore edilerek otele dönüştürülmüş ve bir zamanlar içinde zorla kalınan binada bugün geceliğine 300-500 Usd ödenerek gönüllü kalınıyor.
Kapı kulpunda İstanbul’un tarihi eserlerinin minik şekilleri var çok güzel görünüyorlar. Kapı Kulpundaki bu tarihi eserlerin minyatürleri fotoğrafa benziyor ama değilmiş her biri at kuyruğu kılından elle yapılmış gözlerime inanamıyorum kapı kulpunun dışarıdaki kulpunda siyah beyaz halleri iç kısmında ise renkli versiyonları mevcut. Bunların at kılından olduğunu söylemeseler fotoğraf oldukları üzerine iddiaya bile girebilirdim. Adil bey o kadar kibarki bizi içeriye davet ediyor tasarladıkları birkaç takıyı ve hikayelerini anlatıyor bize. Bir İstanbul yüzüğü gösteriyor topaz taşından yapılma ve üzerinde uçan martılar etrafında yine at kılından yapılma İstanbul’un simgesi tarihi yapıların minicik halleri etkileniyorum. Fiyatı benim bütçemin çok üzerinde olsa bile hikayelerini dinlemek bile çok keyifli. Teşekkürler Adil bey. Eğer sizde tasarımları görmek ve hikayelerini dinlemek isterseniz Tevfikhane Sk. No. 8/A Sultanahmet adresine uğrayabilirsiniz. Tel: 0212 517 82 12
Büyük Saray, başlangıçta küçük bir yapılar grubu olarak I.Constantinus tarafından inşa ediliyor ve zamanla genişleyerek 100 bin metrekarelik bir alana yayılıyor. Bukoleon, Hormisdas ve Dafne olarak isimlendirilen yapılar, çeşitli kiliseler, muhafız kışlaları, resmi ikametgahlar, bahçeler ve tören alanlarından oluşuyor. Görebildiğiniz bölümü ise çok az ve maalesef bakımsız:(
Semt, eskiden Topkapı Sarayı’nın ahırlarının burada bulunması nedeniyle Ahırkapı olarak adlandırılmış. Bizans dönemi saraylarından Manganai Sarayı, Bukoleon Sarayı, Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın dış bahçeleri ve kasırları burada yer almış. İstanbul surlarının Marmara sahil surları bölümünde yer alan 19 kapısından biri.
Şehzadebaşı’nda Kurban Bayramının 1. Günü doğan İsmail Dede Efendi’ye “Hammamizade” lakabı babasının geçimini hamam işletmeciliği ile sağladığı için verilmiş. Dede Efendi, 1798’de kalemdeki işinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar vermiş. Çilesi sırasında yaptığı bir bestesi, dönemin padişahı III. Selim tarafından çok beğenilmiş ve saray hanendeleri arasına katılmış. 10 aylık çilesini doldurduktan sonra hücre sahibi olup, yeni yapıtlar vermiş ve padişah tarafından saraya yerleşmesi istenmiş. 1802 yılında saraydan bir kadınla evlenmiş ve günümüze kadar ulaşan Akbıyık Mahallesi’ndeki konağa yerleşmiş , hac görevini yerine getirmek üzere gittiği Mekke’de kolera hastalığına yakalanan Dede Efendi 1846 yılında yine Kurban Bayramının 1. Günü vefat etmiş.
Akbıyık camisi İstanbul’un kabeye en yakın camisiolma özelliğinden dolayı İmam-ül –mescaid =mescitlerin imamı olarak anılıyor. Caminin için çok küçük ve namaz saatine denk geliyoruz caminin içinde uzun vakit geçiremesekte bugünün kandil olmasından bizde faydalanıyor cami avlusunda dağıtılan gül kokulu lokumlardan nasibimizi alıyoruz.:)
Bukoleon Sarayı, (Yunanca βους ve λέων, "boğa" ve "aslan" sırayla), İstanbul'da, tarihî yarımadanın Marmara Denizi kıyısında bugünkü Cankurtaran ile Kumkapı arasındaki Çatladıkapı mevkiinde, Küçük Ayasofya'nın hemen doğusunda bulunan ve bugüne yalnızca kalıntıları ulaşmış olan Bizans sahilsarayı. İmparator II. Theodosius tarafından yaptırılan sarayın bilinen ve bugün görülen bölümleri ise büyük ihtimalle Teofilos zamanında (829-842) ekleniyor. Saray, imparatorluk iskelesi olarak kullanılan burun ile faros olarak bilinen fener burcu arasındaki surların üzerine kuruluyor ve temelinde ilkçağdan kalan mermer bloklar kullanılıyor. Sarayın doğu yakası günümüze ulaşmayı başarıyor ve dış cephesi birbirini izleyen tuğla tonozlarla örtülü mekanlardan oluşuyor. Faros yakasındaki mekanlar, zengin bezemelere sahip sütunlarla süslenmiş. Bunlara ait paye gövdelerinden birkaçı, halen İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyormuş. Saray, restorasyon çalışmaları nedeniyle ziyarete kapalı.
Üç boyutlu görüntü için http://www.3dmekanlar.com/tr/kucuk-ayasofya-camii.html sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Detaylı bilgi için http://www.ayasofya.org/kucuk-ayasofya-cami/513-kucuk-ayasofya-camii-nostaljik.html adresini ziyaret edebilirsiniz.
Günümüzde İstanbul`un kullanılabilir en eski yapısı olan Küçük Ayasofya Camii ya da eski adıyla Ss. Sergius ve Bacchus kilisesi 527-536 yılları arasında inşa edilmiş.
Kaynaklarda yapının inşaatı hakkında rastlanan efsaneye göre (Millingen 1912) I. Anastasyus devrinde I. Justiniaunus ve amcası I. Justinos, İmparator Anastasyus aleyhinde bir ayaklanmaya adları karıştığı için idama mahkum edilmiş. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce çifte azizler Ss. Sergius ve Bacchus İmparator Anastasyus`un rüyasına girip I. Justinos ve I. Justiniaunus lehinde tanıklık etmiş. Bu olaydan etkilenen imparator onları affetmiş. I. Justinianus tahta çıkıp imparator olduğunda çifte azizlere karçı şükran borcunu ödemek için adak kilisesi olarak Ss. Sergius ve Bacchus kilisesini yaptırmış. Yaklaşık 1000 yıla yakın bir süre kilise olarak hizmet veren yapı İstanbul`un fethinden sonra 1504`te II. Bayezid devrinde Kapu Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiş.
İç mekanında bulunan yeşil somaki mermer sütunlar ve sütun başlıkları, erken Bizans mimarı sanatının en yetkin örneği sayılıyor. Kubbesi, dikdörtgen üzerine oturan sekizgene dayanıyor. Bu sekizgen kubbe, sekiz payeden oluşuyor ve aralarında ikişer sütun bulunuyor. Bunların üzerine dört yarım kubbe ve kemer oturuyor. Bin yıla yakın bir süre kilise olarak kullanılan yapı cami olduktan sonra da pek çok onarım görüyor ve ana yapısına çeşitli eklemeler yapılıyor. Klasik Osmanlı mimarisine ait beş kubbeli son cemaat yeri, avlu etrafındaki zaviye hücreleri ve cephelerinde açılan pencereler, yapının camiye dönüştürüldükten sonraki izlerini yansıtıyor.
Bütün kiliselerde olduğu gibi yapının kilise döneminde iç duvarlarının mozaiklerle süslü olduğu sanılıyor fakat günümüzde yapının iç yüzeyi tamamen sıva ile kaplı. Camide Bizans dönemine ait tek süsleme orta mekan etrafında ince bir işçiliğe sahip üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan sütun süslemesi. Bu sütun süslemesinden yola çıkarak Putperestlik devrinde şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın yerine inşa edildiği ve adındaki Bacchus`un da buradan geldiği iddia ediliyormuş.
Bahçesindeki moloz, taş ve tuğladan yapılmış sekizgen planlı türbede, bilinmeyen bir nedenle idam edilen Hüseyin Ağa’nın naaşı bulunuyor.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahlar, çeşitli Avrupa devletlerine kapitülasyonlar tanımışlar. Fransızlar da ilk imtiyazlarını 1569 yılında II. Selim zamanında almış Osmanlı toprakları içinde herhangi bir suça karışan Fransız vatandaşı, kendi ülkesindeymiş gibi kendi ülkesinin yetkilileri tarafından yargılanmış eğer suçlu bulunursa mahkumiyetini Ahırkapı’da bulunan Fransız Hapinesi’nde geçirmiş. 20 odalı bu hapisane 1850-1900 yılları arasında inşa ediliyor ve Osmanlılar tarafından kapitülasyonların kaldırıldığı 1914 yılına kadar aynı işlevi sürdürmüş Cumhuriyet döneminde bir süre ahır olarak hizmet veren yapı, ardından çeşitli kamu kuruluşları tarafından kullanılmış. Son olarak da Eminönü Belediyesi tarafından restore edilerek kültür merkezine dönüştürülmüş.Haftasonu olduğu için bina kapalı maalesef sadece dışarıdan fotoğraflamakla yetinmek zorunda kalıyoruz.
Fransız Hapishanesinden sonra son durağımız Çardaklı Hamamı. Darüssaade Ağası Hadım Hüseyin Ağa tarafından 1503 yılında yaptırılıp,geliri Küçük Ayasofya Camii’ne bağışlanan hamam 1918 yılına kadar çalışmış. Erkekler bölümünün harare kısmı diğer Türk hamamlarından farklı olarak dört kollu Yunan hacı biçiminde ve bu kısımdan merdivenle çıkılan bir balkonu mevcutmuş Hamama, bu balkon çardağa benzediği için Çardaklı Hamam denirmiş. Hamamın kuzeybatı köşesinde tek yüzlü bir duvar çeşmesi bulunuyor. Klasik tarzdaki bu çeşme 1555 yılında Sadrazam Rüstem Paşa tarafından yaptırılmış. Bugün harap bir şekilde yok olmaya mahkum edilmiş:(
En kısa sürede gelip mekanın keyfini çıkarmak üzere ayrılıyor yine Sultanahmet meydanına doğru çıkıyoruz. Hava kararmak üzere çok acıktık. Eminönü civarlarında isek uğrak mekanımız olan Balıkçı Merdo ile sonlandırmak istiyoruz günümüzü ve Karaköy balık pazarına doğru yol alıyoruz. Yolumuz üstünde Aya İrini’ ye uğramak istiyoruz fakat saat geç olduğu için kapalı olduğunu öğreniyoruz. Yokuştan aşağı Gülhane’ye doğru inmeye başlıyoruz sağımızda cafeler sıralanmış. Biraz ileride yıkılmak üzere olan duvarlara yapılmış grafitiler çekiyor dikkatimizi bir göz atalım diyoruz ve bir yazı görüyoruz sanat galerisi. Merak ediyoruz önce daracık bir koridordan geçiyor sonra küçücük bir avluya geliyoruz ve yine küçücük bir kapıdan girip sanat galerisine ulaşıyoruz. Sanat galerisini gezip birkaç fotoğraf çekiyoruz içeride gerçekten güzel tablolar var.
Laleler açınca buraya fotoğraflarını ekleyeceğim inşallah:)
Artık iyice acıktık hiçbir yere uğramadan Karaköy’deki balık pazarını geçtikten sonra sahilde bulunan tezgahtaki balıkçı Merdo’ya geliyor kızarmış ekmek içine ızgara edilmiş bol acılı Uskumru’muzu alıyor yanında olmazsa olmaz acılı şalgamın eşliğinde gün batımınıda fotoğraflayarak yemeğimizi yiyoruz. Her zamanki gibi tadı damağımızda kalıyor Merdo bu işi biliyor :)
Günün enleri:
At kılından yapılma mücevherler ve Adil bey tarafından anlatılan hikayeleri
Küçük Ayasofya Camii
Hediye edilen Laleler
Reggae Cafe Ve Tabiiki Merdo’da balık ekmek :)
Ve günün maliyeti sadece ve sadece 2 otobüs bileti ve tüm yıl kullılabilecek müze kart ücreti 30 TL (kahvaltı hariç)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder